İslam
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Yahudiler’e Verdiği Cevaplar (14)

Yirmi yedinci soru şuydu: Hz. Adem’den önce cihanı kim tutmuştu?
Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in cevabı şuydu:
-“Hak Teala Adem’den önce yeryüzünü meleklere, cinnilere vermişti. Onun aslı şuydu ki, Hak Teala bu cihanı yaratıp, Yeri ve Göğü bu biçimde düzenleyince, kendi nurundan bir bölük melek yarattı. Ve İblis’i onların üstüne hükümdar kıldı. Nice zaman İblis o meleklerle taat ve ibadet eyledi. O zaman da şeytanın adına Haris derlerdi. O kadar ibadette bulundu ki Hak Teala’nın buyruğu geldi. Göğe çıkıp yükseldi. Her bir gök katında üçer yüz yıl ibadet eyledi. Allahü Teala’ya yakınlardan oldu. Hem de o rütbeye yükseldi ki, bir gün İsrafil (a.s.), Cebrail (a.s.)’a:
-“Ey Cebrail, eğer sen bir günah işleyecek olsan neylersin?” dedi. Cebrail (a.s.) da:
-“Haris’i şefaatçı kılarım! Hak Teala’dan bağışlama diletirdim!” diye cevap verdi.
Bundan sonra Allahü Teala yer yüzünde bir taife daha ateşten yarattı ki onların adına Cânn derlerdi. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Allah, Cânn kavmini dumansız bir ateşten, alevden yarattı.” (Rahman suresi, ayet: 15) Zira “Mâric” ateşin yalınına (dumansız ateşe) derler.
Allah, lanetlediği İblisi de onlara başkıldı. İblis’in adı, süryani dilinde Azazil idi. Arap dilince de Haris’ti Allahü Teala bu Cânn adındaki Melaikeyi yalnız Yerde, Arz’da oturttu, ta ki Hak Teala’ya ibadet etsinler. Allahü Teala yeryüzünde nice mahluklar da yarattı ki, bunlar dört ayaklılardan, kuşlardan ve yırtıcılardandı. Ve bu Cânn taifesi yeryüzünde Allahü Teala’ya ibadet ettiler. İblis onlara egemendi, hakimdi. İblis’in makamı birinci gökyüzündeydi ve nurdan yaratılmış meleklerle birlikte ibadette bulunurdu.
Bundan sonra Allahü Teala onu, 300 yıl Cennet’e hazine başı, bekçi yaptı. Ama Cânn taifesi Allahü Teala’ya asi oldular. Kan dökmeğe ve fesada başladılar. Allahü Teala da birinci gök meleklerine buyruk saldı. Bu melekler yere indiler. İblis’i onlara hükümdar koydu, onlar bu Cann taifesinin kimisini kırdılar. Kimisini yerlerinden koğdular. Sürüp denizlere, adalara bıraktılar ve melekelere, Allahü Teala yeryüzünde İblis’le birlikte olmalarını ve Hak Teala dergahına itaat edip, başeğmelerini emretti. Yer ülkesini bütün onlara verdi. Yer yüzünde İblis padişah oldu. Hem melekler arasında buyruğunu sürdürdü ve Allah’a ibadet ederdi. Kimi yerde, kimi gökte 1000 yıl böylece ibadet etti.
Bundan sonra İblis’in gönlüne kibir ve kendini büyük görme duyguları geldi. Öyle düşüncelere daldı ki: “Benim gibi kim vardır ki bunca meleklere padişah oldum. Bütün yer yüzü benim hükmümün, elimin altındadır. Hem benim yaptığım bu iş kimin elinden gelir ki bunca Cann’ı yeryüzünden sürdüm?. Yer’in bütün onarımlı, bakımlı yerlerini ellerinden aldım!” dedi.
Sırları bilen Hak Teala Hazretleri İblis’in bu fikrini biliyordu. Ama halk bilmiyordu. Halka da bunu bildirmek diledi. Ve halkın çok ibadette bulunmasından gurura düşmemelerini istedi.
Haberde gelmiştir ki İblis, Yer’de ve Gökte o kadar ibadette bulundu ki yerlerin de, göklerin de melekleri İblis’in çok ibadette bulunmasına şaşıp kalırlardı. Allahü Teala, İblis’in bu sırrını meleklere göstermek diledi. Ta ki melekler çok ibadette bulunduklarına ne kibirlensinler, ne de kendilerini çok sevip gururlansınlar…
Yirmi sekizinci soru: Sorun ona ki Allahü Teala Adem (a.s.)’ı ne için yarattı ve nasıl, ne yolda yarattı?
Cevabı da şu idi: Hak Teala İblis’e vahiy kıldı. İblis’e uyan meleklere de:
-Ben sizden gayri bir halk yaratırım ve Yer ülkesini sizden alıp ona ve onun çocuklarına veririm, onu halife kılarım! Diye buyurdu. Nitekim Kur’an-ı Kerim ‘de şöyle buyurulur. “Rabbin bir zaman meleklere, Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım! demişti.” (Bakara suresi, ayet: 30)
Vakta ki melekler bunu işittiler. Yer ülkesinin ellerinden çıkacağını anladılar. Şöyle dediler: “Yarab! Yer’de fesat çıkaracak, kanlar dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni tesbih ve takdis ile sana ibadet ederiz!” (Bakara suresi, ayet: 30) O zaman Allahü Teala meleklere şöyle buyurdu: “
Ben o şeyleri bilirim ki siz bilmezsiniz! dedi.” (Bakara suresi, ayet: 30)
Sonra: “Ademoğulları belki fesat ederler, kanlar dökerler. Ama onların içinde benim elçilerim, nebilerim, velilerim ve salih kullarım gelse gerektir. Onlar din bilginleri, hikmet sahipleri, zühd ehli ve salih kullar olacaktır. Ve İblis Allahü Teala’nın mutlaka bir halkı yaratacağını anlayınca, öyle sandı ki onlar da melekler gibi nurani yaratıklar olacağını ve kendisinin buyruğu altında bulunacağını sandı. Gönlünden de şöyle bir düşünce geçti:
-“Eğer Hak Teala bu halkı yaratıp yer ülkesini onlara verirse ben askerimi toplar, o halkla savaş yaparım. Cann’lıları sürdüğüm gibi onları da yerinden sürerim” dedi.
Hak Teala da bu yaratma fikrini bildirmeyi diledi. Yine vahyedip şöyle buyurdu: “Rabbin, meleklere şöyle demişti: Ben balçıktan insanı (Beşeri) yaratacağım.” (Sad süresi, ayet: 76) ve şöyle bildirdi:
-“Onu bu Yer’e padişah yaparım!” O zaman İblis:
-O halk ki balçıktan yaratılırsa bu Yer’i benim elimden alamaz. Çünkü ben ateşten yaratıldım. O ise balçıktandır. Ateş, balçıktan üstündür! dedi. (Çünkü ateşin rütbesi bütün unsurlardan yücedir. Ve toprağın mertebesi ise bütün herşeyden daha aşağıdır. Neyin rütbesi yüksek olursa o daha da faziletlidir.)
Bu İblis’in fikridir. Fakat netice böyle olmamıştır. İblis’in iddiasının aksine, topraktan yaratılan Adem (a.s.) yeryüzüne inerek, yeryüzünün hükümranlığını, ateşten yaratılan İblis’in elinden alarak, üstünlüğünü ispatlamıştır.
Rasul-i Ekrem, bu yolda cevap verince, o yahudi bilginleri:
-Gerçek söyledin sen, ya Muhammed ne cevap buyurdunsa, dediler. Bu Tevrat’ta da böyledir ki sen söylemiş oldun. Sen hak peygambersin. Seni inkar edenler kafir kişilerdir! Dediler.
Beş bilgin de parmak kaldırıp müslüman oldular.
Ebu Cehil, bu hali görünce kudurmuş köpeğe döndü:
-“Sizin Muhammed ile ittifakınız varmış! Muhammed sizi azdırdı! diyerek yürüdü, gitti. Ona uyanlar da kendisiyle birlikte gittiler. Ama çok kişiler iman getirdiler…
Kaynak: a.g.e. ; s. 80
İslam
Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Resûlullah’ın (a.s.m.) haklarında, “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hidayete erişirsiniz.”buyurdukları sahabilerin her biri bizler için ibret ve örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabiden alacağımız dersler vardır. Mus’ab bin Umeyr de (r.a.) bu mümtaz insanlardan biridir.
Bu yıldız sahabi, İslam’ı kabul etmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı simalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab, çok zengin, müreffeh ve gösterişli bir hayat yaşıyordu. Anne ve babası, bir dediğini iki etmiyordu. Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tebliğ ettiği dinden haberdar oldu. İçine bir merak düştü ve Hz. Peygamber’i ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başladı. Biraz sohbetten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab, müşrik olarak geldiği Resûlullah’ın huzurundan artık bir Müslüman olarak çıkmıştı. Ama muhitinden çekindiği için bir müddet bunu gizledi. Namazlarını gizli gizli kıldı.
Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeliler tarafından, sırf İslam’ı kabul ettiği için türlü baskı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Hapsedildi. Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken Mus’ab (r.a.) yanlarına geldi. Selam verdi. Sahabiler, ona gereken şekilde yardımcı olamadıkları için mahcuptular. Peygamberimiz, Mus’ab’ın selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Resûl’ünün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Resûlünü anne ve babasına tercih etti.”
Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr, hakikaten her şeyini Allah ve Resûl’ü uğrunda feda etmişti—evini, şaşaalı hayatını, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini, babasını…
Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Resûlullah (a.s.m.) tarafından, İslam’ın Medine’deki ilk tebliğcilerinden biri olarak vazifelendirildi.
Birinci Akabe Biatı’nı takiben Medine’de İslam süratle yayılmaya başlayınca, buradaki yeni Müslümanlar, Hz. Peygamber’den (a.s.m.), İslam’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsali sahabi, birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Böylece Es’ad’ın evi bir İslam dershanesi hâline geldi. Burası öyle feyizli bir yerdi ki, gelen, Müslüman oluyordu.
Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine’de Cuma namazı kılmak istediler. Durumu Resûlullah’a (a.s.m.) bildirerek iznini aldılar. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.
Bilahare Hz. Mus’ab, Mekke’ye gelerek Resûlullah’ı ziyaret etti ve Medine’deki İslami inkişafı anlattı. Bu ziyaretten haberdar olan Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:
“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”
Mus’ab’ın cevabı ise şu idi:
“Ben Resûlullah’tan (a.s.m.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”
Daha sonra Peygamberimizin iznini alarak annesinin yanına giden Mus’ab, onun, “Hâlâ batıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşılaştı. Şöyle bir cevap verdi:
“Anneciğim, ben Muhammed’in (a.s.m.) dini üzereyim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.”
Ve şunları ilave etti:
“Benim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Resûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”
Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleyerek teklifini reddetti.
Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.
Daha sonra bir müddet Mekke’de Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında kalan Mus’ab, bilahare Medine’ye döndü. Mekke’de bulunduğu esnada bir gün, Hz. Peygamber, onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahabilere, “Bu zatı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”
Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şekilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Resûlullah tarafından İslam sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraftan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nazil olan şu âyeti okuyordu:
“Muhammed bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?”
Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab, bir ara “İbni Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline aktaran Mus’ab, o elini de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle yakalayarak göğsünde tutmaya çalıştı. Hemen bir sahabi yetişerek sancağı devraldı. Bu, bir melekti. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Resûlullah, melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Resûlallah!”cevabını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:
“Müminlerden Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehitliğe kavuştu, kimi de böyle güzel bir akıbeti beklemektedir. Onlar sözlerini hiçbir surette değiştirmemişlerdir.”
Bu büyük sahabi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Mus’ab, her şeyden ziyade sevdiği Allah’ına böyle kavuştu.
Allah ondan ebeden razı olsun.
İslam
Beş hakîkî bayram

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Bayram günü sabah vaktinde Allâhü Teâlâ, meleklerini yeryüzünün her tarafına gönderir. Her bir melek, bir sokağın başına geçerek: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Kerem sahibi Rabb’inizin huzuruna çıkın. Çünkü o, bol bol veriyor ve büyük günahları bağışlıyor.’ der. Bunu, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûkat duyar. İnsanlar bayram namazlarını kılmak üzere evlerinden çıktıklarında, Allâhü Teâlâ, meleklerine: ‘Ey meleklerim! Bir işçi, işini bitirince alacağı karşılık nedir?’ buyurur. Melekler, ‘Ey Rabb’imiz! Alacağı, ücretinin tam olarak ödenmesidir.’ buyururlar.
Allâhü Teâlâ, onlara: ‘Ey meleklerim! Sizleri şâhit tutuyorum ki onların Ramazan ayında tuttukları oruçların, kıldıkları namazların sevabı olarak ben de onlara rızâmı ve mağfiretimi veriyorum.’ buyurur. Sonra Allâhü Teâlâ: ‘Ey kullarım! Benden isteyin. İzzetime ve celâlime yemin ederim ki bugün dininiz veya dünyanız için benden ne isterseniz onu vereceğim.’ buyurur.”
Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:
- Sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.
- Sekerâtü’l-mevtte (ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.
- Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.
- Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihler ile beraber gölgelendiğinde.
- Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık, bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz olan Sırat Köprüsü’nden geçtiğinde.
Evliyâdan bir zât demiştir ki: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”
Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.
İslam
Arazi-toprak mahsullerinin zekâtı, öşür

Öşür arazisinden çıkan mahsûlün zekâtına, -onda bir (1/10) demek olan- öşür denilmiştir. Öşür; âyet, hadîs ve icmâ ile sabit bir farzdır. Âyet-i kerîmede (meâlen): “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkarmış olduğumuz şeylerin temiz (ve helâl) olanlarından (Allah yolunda) infâk ediniz (harcayınız)! Ve kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz kötü ve haram olan şeyi vermeye yeltenmeyiniz. Ve bilin ki Allah Ganî’dir (sadakalarınız sizin menfaatiniz içindir) ve Hamîd’dir (herkes, Allâh’a hamd ve şükür borçludur).” buyurulmuştur.
Bir arazi, yağmur, çay veya ırmak sularıyla sulanırsa mahsûlâtı onda bir nisbetinde; dalyanlar, dolaplar, hayvanlar veya satın alınacak sular ile bütün sene veya senenin yarısından fazla sulanırsa yirmide bir nisbetinde öşür verilir. Tohumlar veya işçi ücretleri vesair masraflar bundan düşülmez.
Öşürde, arazi sahibinin akıllı, bâliğ (ergin), zengin olması şart değildir. Öşürde itibar, arazi sahibine değil, araziyedir. Yani, mal sahibi; çocuk, deli veya fakir de olsa öşür ile mükelleftir. Arazide yılda kaç mahsul elde edilirse, hepsinden ayrı ayrı öşür vermek lâzımdır. Diğer malların zekâtında, malın-paranın üzerinden bir yıl geçmesi şart olduğu hâlde, mahsûllerde bir yıl geçmesi icap etmez. Bal, ceviz, susam, fındık, fıstık, çam fıstığı, payam (badem), zeytin, pamuk, palamut, pelit, keten tohumu, şeker kamışı, şeker pancarı, çay yaprağı, çayır otu, dut yaprağı, fesleğen yaprağı, buğday, mısır, pirinç, nohut, mercimek, bakla, fasulye, soğan, sarımsak, kavun, karpuz, salatalık, üzüm, incir, elma, armut, şeftali, erik gibi her türlü mahsulden ve yulaf, fiğ, burçak gibi her türlü hayvan gıdasından öşür verilir.
Öşrü verilen üzüm bağının içinde meyve ağaçları olsa veya bağ arasında soğan, sarımsak ekilse, o ağaçların meyvelerinden ve ekilenlerden de öşür vermek lâzımdır. Öşür arazisi içinde, ekilmediği hâlde kendiliğinden çıkan mahsulden de öşür verilir.
Hulasa, İmâm-ı Âzam Hazretleri: “Araziden elde edilen mahsulün azında da çoğunda da öşür farzdır.” buyurmuşlardır.
Yorumlar