İslam
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Yahudiler’e Verdiği Cevaplar (13)

Yirmi beşinci soru şu idi: “Batı ve doğu ülkeleri elinde olacak, bütün padişahlar ona zebun olacak ve başeğecek olan padişah kimdir? O ne zaman gelecektir? Onun adı nedir? Dünyayı ne yolda elde tutacaktır?”
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
-Ahir zamanda, bir kişi gelecek ki gövdesi çok büyük olacaktır. Başı bulutları aşacaktır. En derin denizler onun topuğundan yukarı çıkmayacaktır. Yahudi dininden olacaktır. Dünya halkını yahudi dinine çağıracaktır. Onun adı Sanatır oğlu Abdullah olacaktır. Lakabı da Deccal’dir.
Şimdiki yahudiler onunla göğüs kabartmaktadırlar. Ona dayanır ululanırlar. Ama bunlar onun zamanına yetişmeyeceklerdir. O Deccal’in çıkması kıyamet alametlerindendir. Şimdiki bu yahudiler, onu göremeyeceklerdir!
Bu sözünü bitirmişti ki Cebrail (a.s.):
-Ya Muhammed! Allahü Teala’dan dile ki seni ve ümmetini onun şerrinden saklasın!
Hazret-i Muhammed (s.a.v.) de ona şu cevabı verdi:
-“Biz, deccal fitnesinden Hak Teala’ya sığınırız ki ondan (deccalden) daha ulu fitne yoktur.” Sonra, Hazret-i Muhammed’in (s.a.v.) ashabı:
-“Ya Allahın Rasulü! Bu Deccal nice olur ve ne zaman ortaya çıkar? diye sordular. Rasul (s.a.v.) de:
-“Ye’cüc ve Me’cüc, İskender’in seddini bozdukları zaman çıkarlar. Dünyayı fesada verirler. Deccal da bundan sonra eğlenceye çıkar. Dünya içindeki cadılar, sihirbazlar, dinsizler, imansızlar (yani mülhidler) ve Allahü Teala’dan korkusu olmayanlar, bütünüyle o Deccal’ın yanına gelirler. Birlikte yürürler. Ona asker olurlar.
Deccal’ın bir eşeği vardır. O da irilikte Deccal gibidir. Sağ yönünde kırk fersenk yer bağdır, bahçedir, çayır ve çimenliktir. Yanında yürüyen has adamları, onun: “Bunlar benim cennetimdir!” dediği o yerlerde bulunurlar. Sol yanında da 40 fersenk yer, dereler, karanlıklar ve çıpıl, murdar şeyler vardır. O bunlara:
-“Bu benim Cehennemimdir! der.
Kendisine baş eğmeyen kişileri tutup oraya bırakırlar. Yanında birlikte giden eşeğinin iriliği şöyledir: Kulağının gölgesinde bin kişi yürür. Hangi kişi Deccal’ın yüzüne baksa, baştan başa yılanlar, akrepler, ejderhalar görür gibi olurlar. O ejderhalar onlara bakan kişiye saldırırlar gibi görürler. Çok kişiler onun elinde hor ve zelil olur. Hiç kimse onunla cenge çıkamaz. Halkın Yahudi dinine girmelerini ister. Hiçbir kişi onun elinden kurtulamaz. Fakat mescitte, mihraplarda olanlar, Peygamber (a.s.)’a salavat getirmekle uğraşanlara, zikir ve tesbihte bulunanlara karşı Deccal zafer bulamaz. Bu yolda bütün milletler onun elinde zebun olurlar. Bütün bunlarla onun egemenliği, hükümranlığı ancak 40 gün sürer. Bu 40 günün içinde bütün batıyı ve doğuyu kendisine baş eğdirir. Ama 40 günden fazla onun sultanlığı olmaz.
En sonda müslümanlar Allah’a yalvarır, yakarırlar. Deccal’ın elinde ağlaşırlar. Batı (Mağrib) tarafından Mehdi çıkar, Mehdi’nin adı Muhammed bin Abdullahtır. Nitekim benim adımdır. Deccal’ın elinden aciz ve sıkıntıda kalan, gözsüz halde gelen müslümanlar, Mehdi’nin yanında toplanırlar. Sonra Allah’ın emri ile İsa (a.s.) gökten yere iner. Mehdi gökten İsa (a.s.)’ın indiğini işitir, askerleriyle Beytü’l-Makdis’e gider. İsa (a.s.)’ı karşılamağa yönelir. Beytü’l-Makdis’te İsa (a.s.) ile buluşur. Deccal’ın işini ve müslümanların halini haber verir. Sonra İsa (a.s.) kendi parmağında bulunan yüzüğü Mehdi’nin parmağına geçirir. Mehdi’yi ordusu ile Deccal’a yollar:
-“Var, onu benim katıma getir! der. Mehdi gelir, Deccal’ı İsa (a.s.)’ın yanına çağırır. Hazret-i İsa’nın yüzüğünü gösterir:
-“Beni sana Hazret-i İsa gönderdi” der. Deccal Hazret-i İsa’nın adını işitince ve yüzüğü görünce zebun olur. Gücü çöker. Gönüllü, gönülsüz Hazret-i İsa’nın yanına gider. Hazret-i İsa’nın korkusundan o heybeti, ululuğu kaybolur, ince kıla döner. Sonra İsa peygamber onu kendi katına götürmeyerek Mehdi’ye buyurur. Mehdi, deccal’ı öldürür, yeryüzü onun şerrinden kurtulur. İsa da Mehdi’yi kendi yerine halife diker. Halkı yine dine çağırır. Yeryüzünde hiç kafir kalmaz. İmana gelirler.
Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ahir zamanda Mehdi çıkacaktır. Dünyayı adaletle dolduracaktır. Nitekim zulümle dolmuştu. Bundan sonra Yer onarılmış ve ruşen olacaktır. Yerin altında ne kadar mal ve hazine varsa aşikare olacaktır. Nice vakit müslümanlar rahatta ve bollukta olacaklardır. Ondan sonra da kıyamet’in kopmasını gözeteceklerdir.” Böylece hadis-i şerifte buyrulanı biz de zikreyledik.
Bundan sonra Yirmi altıncı soruya geldik. O da, Harut ve Marut sorusuydu.
Rasul (s.a.v.) şu cevabı buyurdu:
-İdris (a.s.) zamanında Melekler Ademoğlunun çirkin işlerini görüp:
-“Ey Rabbimiz, bunlar gibi mahluku hilafete seçtin. Oysa onlar sana isyan ederler.” dediler.
Hak Teala:
-“Eğer ben sizi yere indirsem ve size de ne iş versem onların ettiğini siz de yapardınız!” dedi. Onlar da:
-“Yarab, bize isyan etmek lazım değildir!” dediler. Hak Teala da:
-Şimdi içinizden iki melek seçin ki onları Yer’e indireyim! dedi.
Bu Harut ile Marut onların içinde en faziletli, en üstündü. İkisi seçildi. Hak Teala onlara nefis verdi. Yeyip içecekler, şehvet bile duyacaklardı. Halkın içinde de adaletle hüküm süreceklerdi. Öyle de yaptılar. Gündüzleri Yer’de, gece gökte ibadet ettiler. Oysa onlar Allah’a eş koşmaktan, adam öldürmek, zina etmekten, şarap içmekten yasaklanmışlardı. Bir gün adı Zühre olan güzel bir kadın kocasıyla kavga edince bunlara geldi. Onlar da Zühre’yi görünce nefisleri kabararak bu hatuna yumuşaklık gösterdiler. Onun nefsinden murad almak istediler. O kadın onlara:
-“Kocama haksız yere hüküm verin!” dedi. Harut ve Marut da haksız bir hükümde bulundular. Kadın sonra:
-“Benimle şarap da için!” dedi. Birlikte şarap da içtiler. Kadın:
-“Kocamı da öldürtün!” dedi. Onu da öldürttüler.
-“Benimle puta tapın, dedi.
Onlar puta da secde ettiler. Onlar bu halde iken, Hak Teala, meleklerin utançlarını görüp, bunları da gördü. Melekler, onların bu yaptıklarını gördükleri zaman Yer ehline istiğfar etmeğe başladılar.
Vakta ki gece oldu. Onlar Gök’e çıkmak istediler. Fakat kanatları kalkmadı. Neye uğradıklarını bilip anladılar. İdris (a.s.)’a varıp ondan şefaat dilediler. İdris (a.s.) da Hak Teala’ya yalvardı. Onlar dünya azabı ile ahiret azabı arasında serbest oldular. Onlar da dünya azabını seçtiler.
Babil şehrinde bir kuyuda saçlarından asıldılar. Gözleri kükremiş, kararmış durmaktadırlar. Kıyamet’e kadar da demirden çomaklarla, topuzlarla döğülüp dururlar.
Kimi kişiler onlara gider. Onlardan sihir, büyü öğrenirler. Bir kimse onlardan sihir öğrenmek dilese ona öğüt verip:
-“Biz Allah tarafından halka fitneyiz. Kim ki bizden sihir öğrenir ve onunla amel eder, iş görürse kafir olur. O kişi:
-Mutlaka öğrenmek isterim derse, ona:
-“Var, şimdi, şu gölün üstüne işe!” derler. O kişi oraya işeyince ondan bir ışık çıkar. Göğe gider. Ve o ışığın yerine kara bir dumana benzer bir şey karnına girer. Bundan sonra ona büyüyü öğretirler. (Bunlardan Allah’a sığınırız.)
Kaynak: a.g.e. ; s. 77
İslam
Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Resûlullah’ın (a.s.m.) haklarında, “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hidayete erişirsiniz.”buyurdukları sahabilerin her biri bizler için ibret ve örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabiden alacağımız dersler vardır. Mus’ab bin Umeyr de (r.a.) bu mümtaz insanlardan biridir.
Bu yıldız sahabi, İslam’ı kabul etmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı simalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab, çok zengin, müreffeh ve gösterişli bir hayat yaşıyordu. Anne ve babası, bir dediğini iki etmiyordu. Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tebliğ ettiği dinden haberdar oldu. İçine bir merak düştü ve Hz. Peygamber’i ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başladı. Biraz sohbetten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab, müşrik olarak geldiği Resûlullah’ın huzurundan artık bir Müslüman olarak çıkmıştı. Ama muhitinden çekindiği için bir müddet bunu gizledi. Namazlarını gizli gizli kıldı.
Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeliler tarafından, sırf İslam’ı kabul ettiği için türlü baskı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Hapsedildi. Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken Mus’ab (r.a.) yanlarına geldi. Selam verdi. Sahabiler, ona gereken şekilde yardımcı olamadıkları için mahcuptular. Peygamberimiz, Mus’ab’ın selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Resûl’ünün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Resûlünü anne ve babasına tercih etti.”
Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr, hakikaten her şeyini Allah ve Resûl’ü uğrunda feda etmişti—evini, şaşaalı hayatını, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini, babasını…
Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Resûlullah (a.s.m.) tarafından, İslam’ın Medine’deki ilk tebliğcilerinden biri olarak vazifelendirildi.
Birinci Akabe Biatı’nı takiben Medine’de İslam süratle yayılmaya başlayınca, buradaki yeni Müslümanlar, Hz. Peygamber’den (a.s.m.), İslam’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsali sahabi, birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Böylece Es’ad’ın evi bir İslam dershanesi hâline geldi. Burası öyle feyizli bir yerdi ki, gelen, Müslüman oluyordu.
Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine’de Cuma namazı kılmak istediler. Durumu Resûlullah’a (a.s.m.) bildirerek iznini aldılar. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.
Bilahare Hz. Mus’ab, Mekke’ye gelerek Resûlullah’ı ziyaret etti ve Medine’deki İslami inkişafı anlattı. Bu ziyaretten haberdar olan Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:
“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”
Mus’ab’ın cevabı ise şu idi:
“Ben Resûlullah’tan (a.s.m.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”
Daha sonra Peygamberimizin iznini alarak annesinin yanına giden Mus’ab, onun, “Hâlâ batıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşılaştı. Şöyle bir cevap verdi:
“Anneciğim, ben Muhammed’in (a.s.m.) dini üzereyim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.”
Ve şunları ilave etti:
“Benim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Resûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”
Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleyerek teklifini reddetti.
Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.
Daha sonra bir müddet Mekke’de Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında kalan Mus’ab, bilahare Medine’ye döndü. Mekke’de bulunduğu esnada bir gün, Hz. Peygamber, onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahabilere, “Bu zatı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”
Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şekilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Resûlullah tarafından İslam sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraftan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nazil olan şu âyeti okuyordu:
“Muhammed bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?”
Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab, bir ara “İbni Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline aktaran Mus’ab, o elini de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle yakalayarak göğsünde tutmaya çalıştı. Hemen bir sahabi yetişerek sancağı devraldı. Bu, bir melekti. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Resûlullah, melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Resûlallah!”cevabını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:
“Müminlerden Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehitliğe kavuştu, kimi de böyle güzel bir akıbeti beklemektedir. Onlar sözlerini hiçbir surette değiştirmemişlerdir.”
Bu büyük sahabi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Mus’ab, her şeyden ziyade sevdiği Allah’ına böyle kavuştu.
Allah ondan ebeden razı olsun.
İslam
Beş hakîkî bayram

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Bayram günü sabah vaktinde Allâhü Teâlâ, meleklerini yeryüzünün her tarafına gönderir. Her bir melek, bir sokağın başına geçerek: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Kerem sahibi Rabb’inizin huzuruna çıkın. Çünkü o, bol bol veriyor ve büyük günahları bağışlıyor.’ der. Bunu, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûkat duyar. İnsanlar bayram namazlarını kılmak üzere evlerinden çıktıklarında, Allâhü Teâlâ, meleklerine: ‘Ey meleklerim! Bir işçi, işini bitirince alacağı karşılık nedir?’ buyurur. Melekler, ‘Ey Rabb’imiz! Alacağı, ücretinin tam olarak ödenmesidir.’ buyururlar.
Allâhü Teâlâ, onlara: ‘Ey meleklerim! Sizleri şâhit tutuyorum ki onların Ramazan ayında tuttukları oruçların, kıldıkları namazların sevabı olarak ben de onlara rızâmı ve mağfiretimi veriyorum.’ buyurur. Sonra Allâhü Teâlâ: ‘Ey kullarım! Benden isteyin. İzzetime ve celâlime yemin ederim ki bugün dininiz veya dünyanız için benden ne isterseniz onu vereceğim.’ buyurur.”
Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:
- Sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.
- Sekerâtü’l-mevtte (ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.
- Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.
- Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihler ile beraber gölgelendiğinde.
- Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık, bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz olan Sırat Köprüsü’nden geçtiğinde.
Evliyâdan bir zât demiştir ki: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”
Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.
İslam
Arazi-toprak mahsullerinin zekâtı, öşür

Öşür arazisinden çıkan mahsûlün zekâtına, -onda bir (1/10) demek olan- öşür denilmiştir. Öşür; âyet, hadîs ve icmâ ile sabit bir farzdır. Âyet-i kerîmede (meâlen): “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkarmış olduğumuz şeylerin temiz (ve helâl) olanlarından (Allah yolunda) infâk ediniz (harcayınız)! Ve kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz kötü ve haram olan şeyi vermeye yeltenmeyiniz. Ve bilin ki Allah Ganî’dir (sadakalarınız sizin menfaatiniz içindir) ve Hamîd’dir (herkes, Allâh’a hamd ve şükür borçludur).” buyurulmuştur.
Bir arazi, yağmur, çay veya ırmak sularıyla sulanırsa mahsûlâtı onda bir nisbetinde; dalyanlar, dolaplar, hayvanlar veya satın alınacak sular ile bütün sene veya senenin yarısından fazla sulanırsa yirmide bir nisbetinde öşür verilir. Tohumlar veya işçi ücretleri vesair masraflar bundan düşülmez.
Öşürde, arazi sahibinin akıllı, bâliğ (ergin), zengin olması şart değildir. Öşürde itibar, arazi sahibine değil, araziyedir. Yani, mal sahibi; çocuk, deli veya fakir de olsa öşür ile mükelleftir. Arazide yılda kaç mahsul elde edilirse, hepsinden ayrı ayrı öşür vermek lâzımdır. Diğer malların zekâtında, malın-paranın üzerinden bir yıl geçmesi şart olduğu hâlde, mahsûllerde bir yıl geçmesi icap etmez. Bal, ceviz, susam, fındık, fıstık, çam fıstığı, payam (badem), zeytin, pamuk, palamut, pelit, keten tohumu, şeker kamışı, şeker pancarı, çay yaprağı, çayır otu, dut yaprağı, fesleğen yaprağı, buğday, mısır, pirinç, nohut, mercimek, bakla, fasulye, soğan, sarımsak, kavun, karpuz, salatalık, üzüm, incir, elma, armut, şeftali, erik gibi her türlü mahsulden ve yulaf, fiğ, burçak gibi her türlü hayvan gıdasından öşür verilir.
Öşrü verilen üzüm bağının içinde meyve ağaçları olsa veya bağ arasında soğan, sarımsak ekilse, o ağaçların meyvelerinden ve ekilenlerden de öşür vermek lâzımdır. Öşür arazisi içinde, ekilmediği hâlde kendiliğinden çıkan mahsulden de öşür verilir.
Hulasa, İmâm-ı Âzam Hazretleri: “Araziden elde edilen mahsulün azında da çoğunda da öşür farzdır.” buyurmuşlardır.
Yorumlar