İslam
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Yahudiler’e Verdiği Cevaplar (12)

Yirmi ikinci soru şu idi: “Puta tapınmak kimden kaldı? Hz. Muhammed (s.a.v.) şöylece vap buyurdu:
-“Cemşid’den kaldı! dedi. Cemşid bir padişahtı ki, bütün dünyaya hükmetmiş, söz geçirmişti. Şöyle derler ki dünyada o devirlerde ondan daha güzel kimse yaratılmamıştı. Karanlık gecede gitse, gittiği yerler, onun yüzünün nurundan aydınlanırdı. Acem dilinde “şid” aydınlığa ve güneşe derler. Bundan ötürü ona Cemşid demişlerdi. Denilir ki bu Cemşid, 1000 yıl padişahlıkta bulundu. Bu 1000 yılın içinde hiçbir zaman başı ağrımadı. Hasta da olmadı. Gönlüne gussa, kaygı gelmedi. Bu mevzudan dolayı onun gönlüne kuruntu düştü. Kendisini beğendi. Bundan dolayı şeytan onun gönlüne yol buldu. Sonra gönlünde şu kaygı başladı:
-Eğer bir Ademoğlu olsaydım, bunca yıl içinde bir kerecik hasta olurdum. Bu cihan hep benim muradımca oldu. Sanırım ki ben ademoğlu soyundan değilim! dedi.
Bir gündü… Kuşluk vaktinde bunları düşünüp oturuyordu. Ansızın Allah’ın lanet ettiği şeytan pencereden içeri girdi. Cemşid’in karşısına oturdu. Cemşid, başını kaldırdı. Onu gördü. Ona:
-“Ne kişisin? diye sordu. İblis:
-“Bir melekim. Beni gökten sana gönderdiler!” dedi. Cemşid:
-“Göğün melekleri benim için ne derler?” diye sordu.
O böyle deyince, İblis bir kez ah çekti, dedi ki:
-“Ne olaydı ki sen kendi kimliğini bileydin! “Cemşid, o zaman:
-“Ben kimim?” diye sordu. İblis de:
-“Sen Yerin, Göğün tanrısısın! Bu insanları sen yarattın. Ben de sana bu hali bildireyim, diye geldim. Ta ki bu dünyanın işini doğru yola götüresin! İyi edesin. Sonra seni göğe götüreceğim. Gök işlerini de düzeltesin. Bütün melekler seni belkiyor, senin yüzünü görmek diliyorlar! “dedi Cemşid de:
-“Bu sözü neden ötürü söylersin?. Benim gök Tanrısı olduğum nereden biliniyor? “dedi. İblis de:
-“Şundan biliniyor ki hiç yaratılan kişi meleği görür mü? İşte sen beni görüyorsun? İkincisi de şudur ki: sen sultanlık edersin, hiçbir zaman hasta olmadın. Başın ağrımadı. Gönlüne de tasa gam düşmedi. Düşman sana karşı üstün gelemedi, zafer kazanmadı. Tanrı olmayan kişi böyle mi olur?” dedi.
Bu sözlerle Cemşid’i büsbütün inandırdı. Cemşid:
-Sen nice tedbir düşünüyorsun? Bu hali halka bildirelim! dedi. İblis de:
-“Buyruk ver! Bir ovada 1000 yük kuru odun yığsınlar, O odunu yaksınlar. Bütün halkı orada topla. Tellallara emir ver, bağırsınlar:
-“Ey halk! Bugünden sonra Tanrınız Cemşid’dir. Yerin de, gök’ün de tanrısı odur. Ona secde etmek gerektir! “desinler. Tapmayanlarve karşı gelip de secde etmeyenler bu ateşte yakılır, desinler. Şunlar ki, inanıp gelir secde ederler sen onları hoş tut. Secde etmeyeni ateşte yak. Böylece halk sana uyar!” dedi.
Cemşid de bu tedbiri beğendi. Emir verdi. Bir sahrada büyük bir ateş yakıldı. O halkın hepsini orada topladılar. Nice günahsız kişiyi, dervişleri kafir olmadıkları için ateşte yaktılar. Halkın geri kalanını azdırdılar:
-“Cemşid tanrıdır!” diye ona secde ettirdiler, taptırdılar.
Cemşidin beş itibarlı veziri vardı. Onlara atlar verdi. Katırlar, develer, çadırlar verdi. Çok da asker verip onları ileri yolladı. Onlar da uzaklara gittiler. Oradaki halkı da bu batıl dine çağırdılar. Böylece İblis’in öğret mesiyle de altından, gümüşten ve türlü cevahirden Cemşid biçiminde beş insan yaptılar. O beş vezire verdiler. Önce, gidemeyecek derecede güçsüz, dermansız olanlara:
-Bu suretler, Cemşid’in suretidir, bu yârandır. Onun kendisine gidemeyen, varamayan bu surete secde kılsınlar ki Cemşid’in kedisine secde etmiş gibi olur! Dediler.
Bu secdelerle dünya halkını azdırıp yoldan çıkardılar. Nice yıllar geçti. O halk bu batıl dinde kaldılar. Sonunda bunlar bu hal üzereyken Cemşid öldü. Canını Cehennem’e ısmarladı.
O vezirler de öldüler. O putlar halkın ellerinde kaldı. O dini bırakmadılar. Vezirler o putları alıp gitmişlerdi. O vezirlerden birisinin adı Yeğûs, birininki de Yeûk’tu. Birine de Nesr derlerdi. Sonra o kişiler ölünce onların adlarını putlara taktılar. Onlara son derecede saygı gösterdiler. Tanrı diyerek
o putlara taptılar. Sonra Allahü Teala Nuh peygamberi yolladı. Nuh (a.s.) onları hak dine çağırdı ve:
-“Puta tapmaktan vaz geçin!” dedi. Onlar Nuh peygambere inanmadılar. O putları da bırakmadılar. Bunun hikayesi, Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmıştır.
“Bu tanrılarınızı bırakmayın, Ved, Süvâ, Yeğûs ve Yeûk ve Nesr’den asla vazgeçmeyiniz! Dediler.” (Nuh suresi, ayet:23)
İşte puta tapmanın temeli, aslı buradan kaldı.
Yirmi üçüncü soruyu yahudiler şöyle sordu:
-“Şarabı önce kim icat etti? Çalgı çalmayı, kopuz ve telli çalgılara kıl takmak, def ve davula deri geçirmek ve bunun gibi işleri ilk önce kim icadetti?”
Peygamber (s.a.v.) şu cevabı onlara buyurdu:
-“Bu sorduğunuz şeyler Kabil oğullarından kaldı. Kabil’in çocuklarının arasında, çok zaman önce, bir kişi vardı ki adına Yûan derlerdi. Bu şenliği, şâdlığı seven bir kişiydi. Şeytan onunla arkadaş oldu. Onu bu gibi eğlencelere alıştırdı, şevklendirdi. Bu gibi çalgıları ona hep İblis öğretti. Öyle ki yaş üzümü sıkıp şıra etti. Birkaç gün ekşiyinciye kadar onu bıraktı. Sonra küplere testilere koydu. Çengiler düzdü, eğlenceler kurdu. Buna benzer aletleri ayırdı. O şaraptan bir parça ortaya koydu. Herkese içirdi. Biraz çalgı çalardı. Biraz da kalkar oynardı. Onlara bu şeyler gittikçe hoş geldi. Herkes bu Yûan çocuğa yüz tuttular. Onunla dostluk ettiler, şaraptan bile içtiler. Çalgı çalmayı öğrendiler. Sonra İblis, insan biçiminde geldi. Ona arkadaşlık etti, onunla birlikte yiyip içen oldu. Yûan’ı güzel sözlerle eğlendirme ye başladı. Eksikliklerini tamamladı. Aradı, taradı. O sohbet ve eğlencelere uygun ne varsa onlara öğretti. İşte bunların hepsi o Yûan’dan kalmıştır. O Yûan’a da şeytan öğretmiştir. Gerçekten, bunların hepsi şeytanın işidir, uydurmasıdır.
Bundan sonra Yirmi dördüncü soru soruldu ki, bu soru: Dünyada kimin sakalına ve saçına ak düştüğü yolundaydı. Peygamber (s.a. v.) şöyle cevap buyurdu:
-“Saçı, sakalı ilk ağaran kişi, İbrahim (a.s.)’dı. Sakalına ak düştüğünü görünce çok şaşırdı. Bunun ne olduğunu bilemedi. Çünkü bu aklık önceleri kimsede olmuş değildi. Kendisi:
-“Yarab bu ne haldir? Bana bildir! dedi. Hak Teala da:
-“Ya İbrahim! Bu kadir ve şereflilik, ağırbaşlılık, ululuk işareti, alamet nişanıdır. Olgunluğa erişmektir!” dedi.
Hak Teala böyle buyurunca, Hazret-i İbrahim:
-“Yarabbi, sen o işaretimi artır! ” diye duada bulundu. Böylece ihtiyarlık ve sakal ağarma İbrahim (a.s.)’dan kaldı.” Yahudiler bu cevaba da:
-“Doğru söylüyorsun ya Muhammed! dediler. Tevrat’ta da bu böyledir…
Kaynak: a.g.e. ; s. 73
İslam
Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Resûlullah’ın (a.s.m.) haklarında, “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hidayete erişirsiniz.”buyurdukları sahabilerin her biri bizler için ibret ve örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabiden alacağımız dersler vardır. Mus’ab bin Umeyr de (r.a.) bu mümtaz insanlardan biridir.
Bu yıldız sahabi, İslam’ı kabul etmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı simalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab, çok zengin, müreffeh ve gösterişli bir hayat yaşıyordu. Anne ve babası, bir dediğini iki etmiyordu. Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tebliğ ettiği dinden haberdar oldu. İçine bir merak düştü ve Hz. Peygamber’i ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başladı. Biraz sohbetten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab, müşrik olarak geldiği Resûlullah’ın huzurundan artık bir Müslüman olarak çıkmıştı. Ama muhitinden çekindiği için bir müddet bunu gizledi. Namazlarını gizli gizli kıldı.
Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeliler tarafından, sırf İslam’ı kabul ettiği için türlü baskı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Hapsedildi. Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken Mus’ab (r.a.) yanlarına geldi. Selam verdi. Sahabiler, ona gereken şekilde yardımcı olamadıkları için mahcuptular. Peygamberimiz, Mus’ab’ın selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Resûl’ünün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Resûlünü anne ve babasına tercih etti.”
Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr, hakikaten her şeyini Allah ve Resûl’ü uğrunda feda etmişti—evini, şaşaalı hayatını, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini, babasını…
Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Resûlullah (a.s.m.) tarafından, İslam’ın Medine’deki ilk tebliğcilerinden biri olarak vazifelendirildi.
Birinci Akabe Biatı’nı takiben Medine’de İslam süratle yayılmaya başlayınca, buradaki yeni Müslümanlar, Hz. Peygamber’den (a.s.m.), İslam’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsali sahabi, birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Böylece Es’ad’ın evi bir İslam dershanesi hâline geldi. Burası öyle feyizli bir yerdi ki, gelen, Müslüman oluyordu.
Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine’de Cuma namazı kılmak istediler. Durumu Resûlullah’a (a.s.m.) bildirerek iznini aldılar. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.
Bilahare Hz. Mus’ab, Mekke’ye gelerek Resûlullah’ı ziyaret etti ve Medine’deki İslami inkişafı anlattı. Bu ziyaretten haberdar olan Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:
“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”
Mus’ab’ın cevabı ise şu idi:
“Ben Resûlullah’tan (a.s.m.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”
Daha sonra Peygamberimizin iznini alarak annesinin yanına giden Mus’ab, onun, “Hâlâ batıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşılaştı. Şöyle bir cevap verdi:
“Anneciğim, ben Muhammed’in (a.s.m.) dini üzereyim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.”
Ve şunları ilave etti:
“Benim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Resûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”
Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleyerek teklifini reddetti.
Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.
Daha sonra bir müddet Mekke’de Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında kalan Mus’ab, bilahare Medine’ye döndü. Mekke’de bulunduğu esnada bir gün, Hz. Peygamber, onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahabilere, “Bu zatı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”
Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şekilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Resûlullah tarafından İslam sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraftan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nazil olan şu âyeti okuyordu:
“Muhammed bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?”
Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab, bir ara “İbni Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline aktaran Mus’ab, o elini de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle yakalayarak göğsünde tutmaya çalıştı. Hemen bir sahabi yetişerek sancağı devraldı. Bu, bir melekti. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Resûlullah, melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Resûlallah!”cevabını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:
“Müminlerden Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehitliğe kavuştu, kimi de böyle güzel bir akıbeti beklemektedir. Onlar sözlerini hiçbir surette değiştirmemişlerdir.”
Bu büyük sahabi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Mus’ab, her şeyden ziyade sevdiği Allah’ına böyle kavuştu.
Allah ondan ebeden razı olsun.
İslam
Beş hakîkî bayram

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Bayram günü sabah vaktinde Allâhü Teâlâ, meleklerini yeryüzünün her tarafına gönderir. Her bir melek, bir sokağın başına geçerek: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Kerem sahibi Rabb’inizin huzuruna çıkın. Çünkü o, bol bol veriyor ve büyük günahları bağışlıyor.’ der. Bunu, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûkat duyar. İnsanlar bayram namazlarını kılmak üzere evlerinden çıktıklarında, Allâhü Teâlâ, meleklerine: ‘Ey meleklerim! Bir işçi, işini bitirince alacağı karşılık nedir?’ buyurur. Melekler, ‘Ey Rabb’imiz! Alacağı, ücretinin tam olarak ödenmesidir.’ buyururlar.
Allâhü Teâlâ, onlara: ‘Ey meleklerim! Sizleri şâhit tutuyorum ki onların Ramazan ayında tuttukları oruçların, kıldıkları namazların sevabı olarak ben de onlara rızâmı ve mağfiretimi veriyorum.’ buyurur. Sonra Allâhü Teâlâ: ‘Ey kullarım! Benden isteyin. İzzetime ve celâlime yemin ederim ki bugün dininiz veya dünyanız için benden ne isterseniz onu vereceğim.’ buyurur.”
Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:
- Sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.
- Sekerâtü’l-mevtte (ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.
- Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.
- Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihler ile beraber gölgelendiğinde.
- Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık, bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz olan Sırat Köprüsü’nden geçtiğinde.
Evliyâdan bir zât demiştir ki: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”
Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.
İslam
Arazi-toprak mahsullerinin zekâtı, öşür

Öşür arazisinden çıkan mahsûlün zekâtına, -onda bir (1/10) demek olan- öşür denilmiştir. Öşür; âyet, hadîs ve icmâ ile sabit bir farzdır. Âyet-i kerîmede (meâlen): “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkarmış olduğumuz şeylerin temiz (ve helâl) olanlarından (Allah yolunda) infâk ediniz (harcayınız)! Ve kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz kötü ve haram olan şeyi vermeye yeltenmeyiniz. Ve bilin ki Allah Ganî’dir (sadakalarınız sizin menfaatiniz içindir) ve Hamîd’dir (herkes, Allâh’a hamd ve şükür borçludur).” buyurulmuştur.
Bir arazi, yağmur, çay veya ırmak sularıyla sulanırsa mahsûlâtı onda bir nisbetinde; dalyanlar, dolaplar, hayvanlar veya satın alınacak sular ile bütün sene veya senenin yarısından fazla sulanırsa yirmide bir nisbetinde öşür verilir. Tohumlar veya işçi ücretleri vesair masraflar bundan düşülmez.
Öşürde, arazi sahibinin akıllı, bâliğ (ergin), zengin olması şart değildir. Öşürde itibar, arazi sahibine değil, araziyedir. Yani, mal sahibi; çocuk, deli veya fakir de olsa öşür ile mükelleftir. Arazide yılda kaç mahsul elde edilirse, hepsinden ayrı ayrı öşür vermek lâzımdır. Diğer malların zekâtında, malın-paranın üzerinden bir yıl geçmesi şart olduğu hâlde, mahsûllerde bir yıl geçmesi icap etmez. Bal, ceviz, susam, fındık, fıstık, çam fıstığı, payam (badem), zeytin, pamuk, palamut, pelit, keten tohumu, şeker kamışı, şeker pancarı, çay yaprağı, çayır otu, dut yaprağı, fesleğen yaprağı, buğday, mısır, pirinç, nohut, mercimek, bakla, fasulye, soğan, sarımsak, kavun, karpuz, salatalık, üzüm, incir, elma, armut, şeftali, erik gibi her türlü mahsulden ve yulaf, fiğ, burçak gibi her türlü hayvan gıdasından öşür verilir.
Öşrü verilen üzüm bağının içinde meyve ağaçları olsa veya bağ arasında soğan, sarımsak ekilse, o ağaçların meyvelerinden ve ekilenlerden de öşür vermek lâzımdır. Öşür arazisi içinde, ekilmediği hâlde kendiliğinden çıkan mahsulden de öşür verilir.
Hulasa, İmâm-ı Âzam Hazretleri: “Araziden elde edilen mahsulün azında da çoğunda da öşür farzdır.” buyurmuşlardır.
Yorumlar