İslam
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Yahudiler’e Verdiği Cevaplar (11)

Onyedinci sorunun cevabına geldik…
Bu soruyu Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e yahudiler şöyle sordular:
-O on söz nedir ki, onu Cebrail (a.s.) Hak Teala’dan Davud (a.s.)’a mühürlü olarak getirmiştir? O da çocuklarına:
-“Bu on söze hanginiz cevap verirse, ben onu dünyada padişah yapacağım dedi.” Ve Ona Süleyman (a.s.) cevap verdi?
Peygamberimiz (s.a.v.) bu soruya şu karşılığı verdi:
-“Süleyman (a.s.)’ın mührü bir yüzüktü ki dört köşeli bir kaşı vardı. Bu yüzüğü Cebrail (a.s.) Uçmak’tan (Cennet’ten) çıkarıp Allahü Teala’nın buyruğu ile Davud (a.s.)’a getirmişti -ki o yüzük mühr-i Süleymandı- kaşının bir köşesinde (Elmülkü lillah) yazılmıştı. Cebrail (a.s.) dedi ki:
-“Ey Davud! Hak Teala’dan sana on soru bir de yüzük getirdim. Allahü Teala’nın buyruğu şudur ki: Oğullarını toplayasın. Bu on soruyu onlara sor. Hangisi doğru karşılık verirse senin yerine o geçsin. Devleri(cinleri) perileri, Ademoğullarını, yelleri, kuşları, canavarları, dünyada ne varsa hepsini buyruğuna başeğdirsin, itaatlı kılsın. Ve bütün dünyaya padişah olsun!” dedi.
Hz. Davud peygamber, çocuklarını yanına çağırdı. O soruları onlara bildirdi. Hiçbiri bilemediler. Karşılığını veremediler. En sonra Hazret-i Süleyman ayağa kalktı:
-Eğer izin verirseniz, bu sorulara ben cevap vereyim! dedi. Davud (a.s.)’ın gönlü hoş oldu. Ve:
-Ya Süleyman! söyle bana, dünyanın en kem, kötü şeyi nedir ki ondan daha kötüsü yoktur? Ve yine bana söyle ki en güzel şey nedir ki ondan daha güzeli yoktur? Ve dünyada acı olan nedir? Çokça tatlı olan nedir? O nedir ki ondan daha çirkini yoktur? Nedir o ki ondan kabası yoktur? Yine nedir o şey ki ondan daha yakını olmasın? Nedir o şey ki ondan daha ırağı olmasın? Yine nedir o şey ki ondan daha gussalı, daha kaygı verici şey olmasın? Nedir o şey ki ondan daha sevinçli şey yoktur? Ey Süleyman, bana bu on soruların karşılığını ver! dedi. Süleyman (a.s.) da Hazret-i Davud’a dedi ki:
-“Ey baba! Bu dediğin sorular kolay şeylerdir.
Dünyada en kötü şey insanoğullarının nefsidir.
Kendisinden daha yekrek, daha üstün olmayan şey ise akıldır.
Gayet de acı olan şey yoksulluktur.
Çok tatlı olan şey, varlıklı, zengin olmaktır.
İnsanoğlunda söğmekten, küfürden daha çirkin şey yoktur.
Kaba (katı yürekli) kadından daha kabası yoktur.
İnsanoğluna ahiret’ten yakın şey yoktur ve bütün herkes ona gitmektedir.
Sonra dünyadan ırak başka şey yoktur ki, insanoğullarından ıraklaşmaktadır.
Gayet gussalı, kaygılı şey; ruhun bedenden ayrılmasıdır.
Gayet şad, sevinçli olan şey yine ruhtur ki, insanoğlunda bulununca bu sevinci duyar!
O zaman Davud (a.s.) oğlu Hz. Süleyman’a:
-Gerçek söyledin, öyledir! dedi.
On sekizinci soru: ” Hz. Süleyman peygamberin kabri nerededir?” Peygamberimiz (s.a. v .) şöyle cevap verdi:
-Süleyman (a.s.)’ın kabri bir deniz içindedir. Bir katı-sert taşı oyup içini bir köşk etmişlerdir. Onun içine bir taht kurulmuştur. Süleyman (a.s.), o padişahlığı zamanında nasıl oturmuşsa, o tahtın da üstünde öyle oturtulmuştur. O padişahlık yüzüğü de hala parmağındadır, onu gören kişi onu diri sanır. O köşkün iki bekçisi vardır. Bunlar o taş adayı daima dolaşır, beklerler. Gece olsun, gündüz olsun, boş bırakmazlar. Ademoğullarından hiç kimse oraya varamaz. Hak Teala onu öyle korumuştur ki, hiçbir kişi o makama erişemez. Süleyman(a.s.) dünyadan göç ettikten beri hiç kimse oraya varmamıştır. Ancak iki kişi varmıştır ki birinin ismi Affan, birinin adı Belkıya idi. Bu Affan, Süleyman (a.s.)’ın kabrinin orada olduğunu işitip Süleyman (a.s.)’ın yüzüğünü almayı kasteylemişti. Kendine Belkıya’yı da yoldaş edinmişti. Yolda sonsuz zahmet çektiler. Nice sonra o yere eriştiler. Affan ilerledi. O yüzüğü Hazret-i Süleyman’ın parmağından çıkarmak istedi. Ansızın bir çatlama, patlama oldu. Bir ateş parçası çıktı. Hak Teala’nın buyruğu ile Affan tutuştu, kapkara oldu. Belkıya, o hali gördü, geriye döndü. Bu haber sonra ortaya yayıldı. Bunun sebebi şuydu ki, Süleyman (a.s.)’a ecel erdiği zaman asasına dayanıp dururken dünyaya
gözlerini kapadı. Hiç kimse onun öldüğünü bilemedi. Bir yıl o asasının üstünde durdu. Bir yıldan sonra bir akça (beyaz renkte) böcek Süleyman (a.s.)’ın asasını (değneğini) yedi asa kırıldı. Süleyman (a.s.) yere düştü. Devler, periler, insanlar arasına karışıklık bozgunculuk düştü. Kavgalar belirdi. En sonra üç taife elbirliği ettiler. Süleyman (a.s.)’ı tahtı ile götürüp bu dediğimiz yere ilettiler. (Bunun hikayesi uzundur…)
Peygamberimiz (s.a. v.) bu yolda cevap verince o yahudiler:
-“Gerçek söyledin ya Muhammed! dediler. Bu, Tevrat’ta da böyledir!” dediler.
Bundan sonra On dokuzuncu soruya gelindi… O soru: Dünyada ilk evin nice yapıldığı idi. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle cevap verdi:
-Dünyada ilk yapılan ev Beytü’l-Ma’mur’du. Hak Teala Adem (a.s.)’a izzet edip onu Cennet’ten gönderdi. O, kızıl yakuttandı. Nuh Tufanı belirince, azab suyu dünyayı basınca o evi Hak Teala’nın buyruğu ile gök yüzüne ilettiler. Ondan sonra, Hak Teala Hz. İbrahim peygambere buyurdu. İsmail (a.s.)’la o evin yerine bir ev yaptılar ki Kabe’dir. Şimdiki Kabe, Beyt-i Mamur yerine bina edilmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur:
” Doğrusu insanlar için ilk yapılan evdir. ” (Ali İmran suresi, ayet: 96) Yani o ev ki Ademoğulları için yapılmıştı, orası Mekke-i Mükerreme’dir.
Yahudiler yine:
-“Doğru, hak söyledin ya Muhammed!” dediler. Bu Tevrat’ta da böyledir.
Bundan sonra Yirminci soruya gelindi. O da “dünyada haksız yere ilk kim kan dökmüştür?” Sorusuna da Hz. Peygamber (s.a. v .) şöyle buyurdu:
-“Dünyada ilk haksız yere kan döken kişi Kabil’di. Kız kardeşinden ötürü Habil’i öldürmüştü. O da şundan ötürüydü ki, Havva anamız her çocuk doğuruşunda ikiz çocuk doğururdu. Bunların birisi erkek, birisi kız olurdu. İkisini biri birine verirlerdi. Çünkü o zamanda insan az olduğu için bir erkeğin kız kardeşini almasına izin vardı. Kabil ile doğan kız çok güzeldi. Adem (a.s.) Habil’i severdi. O güzel kızı Hak Teala’nın emri ile Habil’e vermek istedi. Kabil buna razı olmadı. En sonunda Habil’i öldürdü. (Bu hikaye çok ilginç ve güzel bir hikayedir. İnşaAllah yeri geldiği zaman Kur’an ayetleri ile anlatılacaktır.)
Bundan sonra Yirmi birinci soruya geldi… O da, ateşe ilk tapan kimdi? Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle cevap verdi:
- Yeryüzünde ateşe ilk tapan Kabil’di. O da şundan ileri gelmişti ki kardeşi Habil’i öldürdüğü zaman babası Hazret-i Adem (a.s.)’dan korkup kaçtı. Sahrada, yaban illerinde yürürdü. Babasının yanına gelmezdi. Bunun üstüne birçok zaman geçti. Kabil’in çocukları çoğaldı. Kendisi de ihtiyarlayıp zayıfladı. Bir gün kuşluk vaktinde Kabil kendi evinde oturuyordu ki, lanetlenmiş İblis pencereden içeri girdi. Kapının karşısında durdu. Kabil:
-“Ne kişisin? Ne istiyorsun?” dedi. İblis:
-“Ben melekim. Gökten geldim ki sana nasihat edeyim! Senin hakkında bir tedbir edeyim ki, baban ve ananın yanına varasın. Kardeşlerini göresin. Hem de onlar senden razı olurlar. Seni öldürmezler!” dedi.
Kabil çok zaman vardı ki anasını, babasını görmemişti. Kardeşlerini görmeğe hasret çekiyordu. Bu sözü işitince sevindi.
-“Buna ne çare var? “dedi. İblis de:
-“Hiç bilir misin ki, bu ateş Habil’in kurbanını niçin yaktı?” Kabil:
-“Niçin diye sordu.” Şeytan da:
-“Çünkü Habil od’a (ateşe) tapıyordu. Ateş ondan hoşlandı. Sen de eğer, ateşe secde edersen, o da senden hoşlanır. Ve sen ne dersen onu yerine getirir.” Kabil de hemen ateşe secde etti. Kabil’in oğulları da bu hali gördüler, onlar da ateşe taptılar. İşte od’a (Ateşe) tapmak ondan kaldı! “dedi. Yahudiler:
-Doğru söylüyorsun ya Muhammed! Tevrat’ta da bu yolda söylenilmiştir! dediler. - Kaynak: a.g.e. ; s. 70
İslam
Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Resûlullah’ın (a.s.m.) haklarında, “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hidayete erişirsiniz.”buyurdukları sahabilerin her biri bizler için ibret ve örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabiden alacağımız dersler vardır. Mus’ab bin Umeyr de (r.a.) bu mümtaz insanlardan biridir.
Bu yıldız sahabi, İslam’ı kabul etmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı simalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab, çok zengin, müreffeh ve gösterişli bir hayat yaşıyordu. Anne ve babası, bir dediğini iki etmiyordu. Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tebliğ ettiği dinden haberdar oldu. İçine bir merak düştü ve Hz. Peygamber’i ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başladı. Biraz sohbetten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab, müşrik olarak geldiği Resûlullah’ın huzurundan artık bir Müslüman olarak çıkmıştı. Ama muhitinden çekindiği için bir müddet bunu gizledi. Namazlarını gizli gizli kıldı.
Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeliler tarafından, sırf İslam’ı kabul ettiği için türlü baskı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Hapsedildi. Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken Mus’ab (r.a.) yanlarına geldi. Selam verdi. Sahabiler, ona gereken şekilde yardımcı olamadıkları için mahcuptular. Peygamberimiz, Mus’ab’ın selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Resûl’ünün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Resûlünü anne ve babasına tercih etti.”
Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr, hakikaten her şeyini Allah ve Resûl’ü uğrunda feda etmişti—evini, şaşaalı hayatını, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini, babasını…
Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Resûlullah (a.s.m.) tarafından, İslam’ın Medine’deki ilk tebliğcilerinden biri olarak vazifelendirildi.
Birinci Akabe Biatı’nı takiben Medine’de İslam süratle yayılmaya başlayınca, buradaki yeni Müslümanlar, Hz. Peygamber’den (a.s.m.), İslam’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsali sahabi, birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Böylece Es’ad’ın evi bir İslam dershanesi hâline geldi. Burası öyle feyizli bir yerdi ki, gelen, Müslüman oluyordu.
Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine’de Cuma namazı kılmak istediler. Durumu Resûlullah’a (a.s.m.) bildirerek iznini aldılar. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.
Bilahare Hz. Mus’ab, Mekke’ye gelerek Resûlullah’ı ziyaret etti ve Medine’deki İslami inkişafı anlattı. Bu ziyaretten haberdar olan Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:
“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”
Mus’ab’ın cevabı ise şu idi:
“Ben Resûlullah’tan (a.s.m.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”
Daha sonra Peygamberimizin iznini alarak annesinin yanına giden Mus’ab, onun, “Hâlâ batıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşılaştı. Şöyle bir cevap verdi:
“Anneciğim, ben Muhammed’in (a.s.m.) dini üzereyim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.”
Ve şunları ilave etti:
“Benim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Resûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”
Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleyerek teklifini reddetti.
Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.
Daha sonra bir müddet Mekke’de Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında kalan Mus’ab, bilahare Medine’ye döndü. Mekke’de bulunduğu esnada bir gün, Hz. Peygamber, onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahabilere, “Bu zatı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”
Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şekilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Resûlullah tarafından İslam sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraftan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nazil olan şu âyeti okuyordu:
“Muhammed bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?”
Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab, bir ara “İbni Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline aktaran Mus’ab, o elini de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle yakalayarak göğsünde tutmaya çalıştı. Hemen bir sahabi yetişerek sancağı devraldı. Bu, bir melekti. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Resûlullah, melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Resûlallah!”cevabını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:
“Müminlerden Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehitliğe kavuştu, kimi de böyle güzel bir akıbeti beklemektedir. Onlar sözlerini hiçbir surette değiştirmemişlerdir.”
Bu büyük sahabi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Mus’ab, her şeyden ziyade sevdiği Allah’ına böyle kavuştu.
Allah ondan ebeden razı olsun.
İslam
Beş hakîkî bayram

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Bayram günü sabah vaktinde Allâhü Teâlâ, meleklerini yeryüzünün her tarafına gönderir. Her bir melek, bir sokağın başına geçerek: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Kerem sahibi Rabb’inizin huzuruna çıkın. Çünkü o, bol bol veriyor ve büyük günahları bağışlıyor.’ der. Bunu, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûkat duyar. İnsanlar bayram namazlarını kılmak üzere evlerinden çıktıklarında, Allâhü Teâlâ, meleklerine: ‘Ey meleklerim! Bir işçi, işini bitirince alacağı karşılık nedir?’ buyurur. Melekler, ‘Ey Rabb’imiz! Alacağı, ücretinin tam olarak ödenmesidir.’ buyururlar.
Allâhü Teâlâ, onlara: ‘Ey meleklerim! Sizleri şâhit tutuyorum ki onların Ramazan ayında tuttukları oruçların, kıldıkları namazların sevabı olarak ben de onlara rızâmı ve mağfiretimi veriyorum.’ buyurur. Sonra Allâhü Teâlâ: ‘Ey kullarım! Benden isteyin. İzzetime ve celâlime yemin ederim ki bugün dininiz veya dünyanız için benden ne isterseniz onu vereceğim.’ buyurur.”
Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:
- Sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.
- Sekerâtü’l-mevtte (ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.
- Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.
- Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihler ile beraber gölgelendiğinde.
- Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık, bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz olan Sırat Köprüsü’nden geçtiğinde.
Evliyâdan bir zât demiştir ki: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”
Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.
İslam
Arazi-toprak mahsullerinin zekâtı, öşür

Öşür arazisinden çıkan mahsûlün zekâtına, -onda bir (1/10) demek olan- öşür denilmiştir. Öşür; âyet, hadîs ve icmâ ile sabit bir farzdır. Âyet-i kerîmede (meâlen): “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkarmış olduğumuz şeylerin temiz (ve helâl) olanlarından (Allah yolunda) infâk ediniz (harcayınız)! Ve kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz kötü ve haram olan şeyi vermeye yeltenmeyiniz. Ve bilin ki Allah Ganî’dir (sadakalarınız sizin menfaatiniz içindir) ve Hamîd’dir (herkes, Allâh’a hamd ve şükür borçludur).” buyurulmuştur.
Bir arazi, yağmur, çay veya ırmak sularıyla sulanırsa mahsûlâtı onda bir nisbetinde; dalyanlar, dolaplar, hayvanlar veya satın alınacak sular ile bütün sene veya senenin yarısından fazla sulanırsa yirmide bir nisbetinde öşür verilir. Tohumlar veya işçi ücretleri vesair masraflar bundan düşülmez.
Öşürde, arazi sahibinin akıllı, bâliğ (ergin), zengin olması şart değildir. Öşürde itibar, arazi sahibine değil, araziyedir. Yani, mal sahibi; çocuk, deli veya fakir de olsa öşür ile mükelleftir. Arazide yılda kaç mahsul elde edilirse, hepsinden ayrı ayrı öşür vermek lâzımdır. Diğer malların zekâtında, malın-paranın üzerinden bir yıl geçmesi şart olduğu hâlde, mahsûllerde bir yıl geçmesi icap etmez. Bal, ceviz, susam, fındık, fıstık, çam fıstığı, payam (badem), zeytin, pamuk, palamut, pelit, keten tohumu, şeker kamışı, şeker pancarı, çay yaprağı, çayır otu, dut yaprağı, fesleğen yaprağı, buğday, mısır, pirinç, nohut, mercimek, bakla, fasulye, soğan, sarımsak, kavun, karpuz, salatalık, üzüm, incir, elma, armut, şeftali, erik gibi her türlü mahsulden ve yulaf, fiğ, burçak gibi her türlü hayvan gıdasından öşür verilir.
Öşrü verilen üzüm bağının içinde meyve ağaçları olsa veya bağ arasında soğan, sarımsak ekilse, o ağaçların meyvelerinden ve ekilenlerden de öşür vermek lâzımdır. Öşür arazisi içinde, ekilmediği hâlde kendiliğinden çıkan mahsulden de öşür verilir.
Hulasa, İmâm-ı Âzam Hazretleri: “Araziden elde edilen mahsulün azında da çoğunda da öşür farzdır.” buyurmuşlardır.
Yorumlar