İslam
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Yahudiler’e Verdiği Cevaplar (9)

Şimdi geldik On altıncı sorunun cevabına: Bu da:
-Dünyada Hak Teala ile kim ortaklık tuttu, sorusuydu.
Hazret-i Muhammed (s.a.v.) cevap verip şöyle buyurdu:
-Bu iddiayı yapan Şeddad bin Âd idi. O zaman dünya doğudan batıya kadar onun hükmü altındaydı. Cihan padişahlarının hepsi onun eli altındaydı. Gücüne saltanatına güvenerek, büyüklük taslayıp azmıştı. Allahü Teala ile ortaklık davasında bulundu. Allah’ın Cenneti’ne alternatif olarak dünyada bir Cennet yaptı.
O zaman Rasul (s.a.v.)’e sordular:
– “Ey Allah’ın Rasulü! Bu Şeddad ne sıfatta bir kişidir ve yaptığı cennet nerededir? Nice bir şeydir?” dediler.
Rasul (s.a.v.) de şu cevabı verdi:
-Şeddad, Âd’ın oğludur ki Allahü Teala onlardan daha kuvvetli kimseyi yeryüzünde yaratmamıştır. Onların kurduğu binayı da dünyada kimse kurmamıştır. Hak Teala Hazretleri Kur’an’ın içinde onları şöyle anmıştır: “Ey Muhammed! Senin Rabbin Âd kavmine ve İrem kavmine nice işler yaptı. Onlara nasıl azap ettiğini görmedin mi? O direk gibi İrem kavmine!” (Fecir suresi, ayet: 67) *Bu İrem, Ad oğlu Şeddad'ın adıdır. Kimi kişiler de: "İrem, O Ad oğlu Şeddad'ın yaptığı Cennet'in adıdır. Kimileri de: "İrem, Ad kavminin şehirlerinin adıdır" demişlerdir. Sonra Rasul (s.a.v.): -Bu Şeddad, kafir oldu. Allahü Teala'nın birliğini inkar etti: "Ben Allah'ı tanımam, bilmem!" dedi. Allahü Teala da ona Hud (a.s.)'ı gönderdi. Hud peygamber onu dine davet etti. Ona: "Allahü Teala'nın buyruğuna boyun eğ ki seni Ahiret'te Cennet'e koysun!" Dedi. Şeddat ise: "Cennet nice şeydir?" dedi. Hud (a.s.) da: "Allahü Teala Cennet'i imana gelmiş kullar için ve kendisine itaatli olanlar için yarattı. Her kim ki Allahü Teala'yı tek ve bir bilirse ve peygamberine iman getirirse, Allah'ın buyruğuna boyun eğerse Rabbimiz de o kişiyi Ahiret'te Cennetine koyar!" dedi. Şeddad: "Yahu, senin Rabbin ahiret dünyasındaki Cennet'le fahirlenirse (övünürse), ben de bu dünyada bir Cennet düzeyim ki onun cennetinden yüce ve âlâ olsun! Benim bir halifem, vekilim vardır. Ona buyruk salayım, senin Rabbin ile savaş yapsın!" Dedi. Çünkü Şeddad'ın ilinde bir zalim adam vardı. Çok zulümcüydü. Hak Teala ondan büyük zalim yaratmamıştı. Onun adına İveç derlerdi. Her ne kadar Âdoğullarından ve Amalika soyundan ulu kişiler de vardı, ama İveç'in yanında bir şeycik değillerdi. Bu İveç Adem peygamber'in kendi oğullarındandı. Lakin Hak Teala onu öyle büyük yaratmıştı ki ayağa kalksa başı bulutlara değer, yukarı çıkardı. Uzunluğu o kadardı ki denizlerin dibinde balığı eliyle tutar, alırdı. Güneşe tutar, güneşin sıcaklığından balık kızarırdı. Onu, sonra yerdi.
*Şöyle denilmiştir ki:
-“Nuh tufanı koptuğu vakit dünyayı baştan başa sular bastı. Çok yüce dağların başından kırk kulaç yukarı çıktı.”
*Yine derler ki:
-“O su ancak İveç’in dizinin hizasına kadar çıktı.” Ve yine:
-“İveç anasından doğduğu zaman Adem babamız yaşıyordu. Hatta Musa (a.s.) zamanında da ölmemişti, diriydi!”
Yine derler ki:
-“O, 3600 yıl ömür sürdü. Ne zaman ki Musa (a.s.) zamanına erdi. İsrailoğullarından 50.000 asker toplandı. Musa (a.s.) topladığı bu asker ile İveç’le savaş etmeğe çıktı. İveç, Musa (a.s.)’ın ordu çekip kendi üzerine geldiğini öğrendi ve askerinin sayısına baktı. Kendisi kadar dağ gibi bir taşı yerden kopardı. Başının üstüne koydu. O taşı Musa (a.s.)’ın ve askerinin üzerine atmak ve hepsini dağ altında öldürmek istedi. Musa (a.s.) yetişti. Baktı, İveç’i gördü. Başına koca bir dağ parçasını almış geliyordu. Hak Teala’ya yalvardı. Allahü Teala da Musa (a.s.)’ın duasını kabul etti. Bir küçük kuşa emreyledi. O dağın üstüne kondu. Gagası ile o dağ gibi taşı deldi taş halka gibi İveç’in boğazına geçti ve İveç bu hale şaştı. O dağ içinde ona (İveç bin Unk), “gerdan oğlu İveç” dediler. Sonra Cebrail (a.s.) Hz. Musa peygambere geldi. İveç bin Unk’un halinden ona haber verdi: Beri gel, ya Musa! dedi. İveç’le bir savaş yap! Zafer senindir! dedi. Hz. Musa peygamber de eline asasını aldı. İveç’in yanına geldi. Onu o dev halinde buldu. F
akat Allahü Teala’ya sığınıp İveç bin Unk’a hamle etti. Hz. Musa peygaberin on kulaç boyu vardı. On kulaç da asasının uzunluğu vardı. Yirmi kulaç da yerden yukarı fırladı. Asasının ucu İveç’in topuğuna ancak erişti. Hz. Musa asanın ağırlığı ve kendisinin peygamberlik gücüyle o asayı İveç’e yerleştirdi. İveç boynuna halka gibi geçmiş olan dağ parçasıyla yerlere düşüp serildi. Orada can verdi, bundan sonra nice yıllar orada yattı. Bu yatış Kisralar zamanına kadar sürdü: Kisra, acem padişahlarına verilen addır. Keyhüsrev, Keykavus bunlardandır. O zamanda Fırat ırmağının üzerinde bir köprü kurmak istediler. O yönlerde ağaç bulunmadığı için elli çift güçlü öküz buldular. Elli arabaya İveç’in göğüs kemiklerinden birisini yüklettiler. Bağdat şehrine götürüp Fırat üzerine köprü yaptılar. Böylece 100 yıl kadar bir zaman halk o köprünün üstünden geçtiler. Ve köprü Fırat ırmağı üzerinde durdukça halk da gemiye ve başka bir köprüye ihtiyaç duymamıştı. Ama Fırat halkı acem beylerinin başlarına kakıp: “Bir insan kemiğinin üstünden geçersiniz de bir gerçek köprü yapmazsınız! Diye söğüp saydılar. Bundan ötürü o köprüyü ortadan kaldırdılar. Şimdiki köprü iki kıyı arasında yapıldı. Hala da bu köprü durmaktadır. Ayrıca şu hikaye de anlatılır ki bundan önce Âd’ın oğlu Şeddad, Unk oğlu İveç’i halife yapmıştı. Onu Ad taifesine baş kılmıştı. Vakta ki o kavmin hepsi Allahü Teala’ya asi oldular…
Kaynak: a.g.e. ; s. 61
İslam
Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Resûlullah’ın (a.s.m.) haklarında, “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hidayete erişirsiniz.”buyurdukları sahabilerin her biri bizler için ibret ve örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabiden alacağımız dersler vardır. Mus’ab bin Umeyr de (r.a.) bu mümtaz insanlardan biridir.
Bu yıldız sahabi, İslam’ı kabul etmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı simalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab, çok zengin, müreffeh ve gösterişli bir hayat yaşıyordu. Anne ve babası, bir dediğini iki etmiyordu. Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tebliğ ettiği dinden haberdar oldu. İçine bir merak düştü ve Hz. Peygamber’i ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başladı. Biraz sohbetten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab, müşrik olarak geldiği Resûlullah’ın huzurundan artık bir Müslüman olarak çıkmıştı. Ama muhitinden çekindiği için bir müddet bunu gizledi. Namazlarını gizli gizli kıldı.
Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeliler tarafından, sırf İslam’ı kabul ettiği için türlü baskı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Hapsedildi. Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken Mus’ab (r.a.) yanlarına geldi. Selam verdi. Sahabiler, ona gereken şekilde yardımcı olamadıkları için mahcuptular. Peygamberimiz, Mus’ab’ın selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Resûl’ünün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Resûlünü anne ve babasına tercih etti.”
Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr, hakikaten her şeyini Allah ve Resûl’ü uğrunda feda etmişti—evini, şaşaalı hayatını, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini, babasını…
Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Resûlullah (a.s.m.) tarafından, İslam’ın Medine’deki ilk tebliğcilerinden biri olarak vazifelendirildi.
Birinci Akabe Biatı’nı takiben Medine’de İslam süratle yayılmaya başlayınca, buradaki yeni Müslümanlar, Hz. Peygamber’den (a.s.m.), İslam’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsali sahabi, birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Böylece Es’ad’ın evi bir İslam dershanesi hâline geldi. Burası öyle feyizli bir yerdi ki, gelen, Müslüman oluyordu.
Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine’de Cuma namazı kılmak istediler. Durumu Resûlullah’a (a.s.m.) bildirerek iznini aldılar. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.
Bilahare Hz. Mus’ab, Mekke’ye gelerek Resûlullah’ı ziyaret etti ve Medine’deki İslami inkişafı anlattı. Bu ziyaretten haberdar olan Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:
“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”
Mus’ab’ın cevabı ise şu idi:
“Ben Resûlullah’tan (a.s.m.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”
Daha sonra Peygamberimizin iznini alarak annesinin yanına giden Mus’ab, onun, “Hâlâ batıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşılaştı. Şöyle bir cevap verdi:
“Anneciğim, ben Muhammed’in (a.s.m.) dini üzereyim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.”
Ve şunları ilave etti:
“Benim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Resûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”
Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleyerek teklifini reddetti.
Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.
Daha sonra bir müddet Mekke’de Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında kalan Mus’ab, bilahare Medine’ye döndü. Mekke’de bulunduğu esnada bir gün, Hz. Peygamber, onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahabilere, “Bu zatı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”
Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şekilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Resûlullah tarafından İslam sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraftan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nazil olan şu âyeti okuyordu:
“Muhammed bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?”
Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab, bir ara “İbni Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline aktaran Mus’ab, o elini de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle yakalayarak göğsünde tutmaya çalıştı. Hemen bir sahabi yetişerek sancağı devraldı. Bu, bir melekti. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Resûlullah, melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Resûlallah!”cevabını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:
“Müminlerden Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehitliğe kavuştu, kimi de böyle güzel bir akıbeti beklemektedir. Onlar sözlerini hiçbir surette değiştirmemişlerdir.”
Bu büyük sahabi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Mus’ab, her şeyden ziyade sevdiği Allah’ına böyle kavuştu.
Allah ondan ebeden razı olsun.
İslam
Beş hakîkî bayram

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Bayram günü sabah vaktinde Allâhü Teâlâ, meleklerini yeryüzünün her tarafına gönderir. Her bir melek, bir sokağın başına geçerek: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Kerem sahibi Rabb’inizin huzuruna çıkın. Çünkü o, bol bol veriyor ve büyük günahları bağışlıyor.’ der. Bunu, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûkat duyar. İnsanlar bayram namazlarını kılmak üzere evlerinden çıktıklarında, Allâhü Teâlâ, meleklerine: ‘Ey meleklerim! Bir işçi, işini bitirince alacağı karşılık nedir?’ buyurur. Melekler, ‘Ey Rabb’imiz! Alacağı, ücretinin tam olarak ödenmesidir.’ buyururlar.
Allâhü Teâlâ, onlara: ‘Ey meleklerim! Sizleri şâhit tutuyorum ki onların Ramazan ayında tuttukları oruçların, kıldıkları namazların sevabı olarak ben de onlara rızâmı ve mağfiretimi veriyorum.’ buyurur. Sonra Allâhü Teâlâ: ‘Ey kullarım! Benden isteyin. İzzetime ve celâlime yemin ederim ki bugün dininiz veya dünyanız için benden ne isterseniz onu vereceğim.’ buyurur.”
Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:
- Sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.
- Sekerâtü’l-mevtte (ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.
- Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.
- Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihler ile beraber gölgelendiğinde.
- Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık, bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz olan Sırat Köprüsü’nden geçtiğinde.
Evliyâdan bir zât demiştir ki: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”
Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.
İslam
Arazi-toprak mahsullerinin zekâtı, öşür

Öşür arazisinden çıkan mahsûlün zekâtına, -onda bir (1/10) demek olan- öşür denilmiştir. Öşür; âyet, hadîs ve icmâ ile sabit bir farzdır. Âyet-i kerîmede (meâlen): “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkarmış olduğumuz şeylerin temiz (ve helâl) olanlarından (Allah yolunda) infâk ediniz (harcayınız)! Ve kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz kötü ve haram olan şeyi vermeye yeltenmeyiniz. Ve bilin ki Allah Ganî’dir (sadakalarınız sizin menfaatiniz içindir) ve Hamîd’dir (herkes, Allâh’a hamd ve şükür borçludur).” buyurulmuştur.
Bir arazi, yağmur, çay veya ırmak sularıyla sulanırsa mahsûlâtı onda bir nisbetinde; dalyanlar, dolaplar, hayvanlar veya satın alınacak sular ile bütün sene veya senenin yarısından fazla sulanırsa yirmide bir nisbetinde öşür verilir. Tohumlar veya işçi ücretleri vesair masraflar bundan düşülmez.
Öşürde, arazi sahibinin akıllı, bâliğ (ergin), zengin olması şart değildir. Öşürde itibar, arazi sahibine değil, araziyedir. Yani, mal sahibi; çocuk, deli veya fakir de olsa öşür ile mükelleftir. Arazide yılda kaç mahsul elde edilirse, hepsinden ayrı ayrı öşür vermek lâzımdır. Diğer malların zekâtında, malın-paranın üzerinden bir yıl geçmesi şart olduğu hâlde, mahsûllerde bir yıl geçmesi icap etmez. Bal, ceviz, susam, fındık, fıstık, çam fıstığı, payam (badem), zeytin, pamuk, palamut, pelit, keten tohumu, şeker kamışı, şeker pancarı, çay yaprağı, çayır otu, dut yaprağı, fesleğen yaprağı, buğday, mısır, pirinç, nohut, mercimek, bakla, fasulye, soğan, sarımsak, kavun, karpuz, salatalık, üzüm, incir, elma, armut, şeftali, erik gibi her türlü mahsulden ve yulaf, fiğ, burçak gibi her türlü hayvan gıdasından öşür verilir.
Öşrü verilen üzüm bağının içinde meyve ağaçları olsa veya bağ arasında soğan, sarımsak ekilse, o ağaçların meyvelerinden ve ekilenlerden de öşür vermek lâzımdır. Öşür arazisi içinde, ekilmediği hâlde kendiliğinden çıkan mahsulden de öşür verilir.
Hulasa, İmâm-ı Âzam Hazretleri: “Araziden elde edilen mahsulün azında da çoğunda da öşür farzdır.” buyurmuşlardır.
Yorumlar