İslam
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Yahudiler’e Verdiği Cevaplar (7)

Dokuzuncu sorunun da cevabı şudur:
Ye’cüc ve Me’cüc iki kardeştirler. Ademoğullarındandır. Birine Ye’cüc, birine de Me’cüc denir. Bir takımının boyları uzun, bir bölüğünün boyları çok kısadır. Kulakları fil kulağı gibi olup, onlar gayet de kalabalık kavimdir. Eriştikleri yerin ağacını, otunu, taştan, topraktan başka her şeyi yeyip kuruturlar. Her nereye ayak bassalar, yıkarlar. Yok ederler. Onlar doğu tarafında olurlar. Gün doğacağı vakit hemen yerin altına girip gizlenirler. Onların beri yanında bir dağ vardır. Çok da yüce bir dağdır. Öyle ki o dağın geçilmesi kolay değildir. O dağın çevresinde ileride şehirler çoktur. Eğer Ye’cüc ve Me’cüc oradan geçebilseydi eriştikleri yerin ağacını ve otunu ve insanlarını bile yerlerdi. O dağın bir yerinden bir yol vardı. Vakit vakit o yoldan çıkarlardı. O yönleri de yıkarlardı. Yok ederlerdi.
İskender-i Zülkarneyn o bölgeye varınca, oranın kavmi İskender’e geldiler, yalvardılar:
-“Bize bir çare eyle! Bizi Ye’cüc ve Me’cüc elinden kurtar! Her ne harcarsanız biz öderiz! dediler. İskender onlardan demir ve tunç istedi. Onlar da getirdiler. Hazırladılar. İskender de o tuncu ve demiri eritti. Sağlam bir set, bir duvar yaptırdı. O zamandan beri o halk, öteki halkın ( Ye’cüc ve Me’cüc) kötülüğünden, saldırganlığından kurtuldular. Bu Ye’cüc ve Me’cüc hikayesi uzundur. Kur’an ayetleriyle ileride anlatılacaktır. İnşaAllahü Teala yerinde tamam olarak nakledeceğiz…
Onuncu sorunun cevabı: Ashab-ı Kehf (Mağara Ashabı’nın) haberi şudur:
-Eski zamanda bir padişah vardı. Adına Dakyanus derlerdi. Onun bir şehri vardı. Adına Esus (Tarsus) derlerdi. O kavim tümüyle kafirdiler. Dakyanus’a ilah diye taparlardı. Bu olay İsa peygamber zamanından önceydi. O padişahın has adamlarından yedi kişi müslüman oldular, yani Allah’ın birliğine inandılar. Dakyanus’tan kaçtılar. Bir mağarada gizlendiler. Hak Teala o mağaranın kapısını kapadı. Onları kimse görmedi. Uykuları geldi. Hemen yatıp uyudular. Üçyüz yıldan fazla o mağarada kaldılar. Dakyanus’un zamanı geçti. İsa peygamber (a.s.) geldi o halkın çoğu İsa peygambere (a.s.) iman getirdiler. Müslüman oldular. Sonra Hak Teala bu yedi kişiyi uyandırdı. (Bunun da hikayesi uzundur. İnşaAllahü Teala yeri gelince bütün olarak anlatılacak.)
Onbirinci soru: Ashabü’l-Uhdûd ile alakalıdır. Onun cevabı da şudur:
Necran adında bir büyük şehir vardı. Bu kentin kavmi Hazret-i İsa’ya iman getirmişlerdi. Onun şeriatinde yürürlerdi. O dolaylarda bir padişah vardı ki adına Yusuf derlerdi. Takma adı Zûnuvas’tı. Yavuz bir padişahtı. Askeri son derece çoktu. Sonra İsa peygamberi Hak Teala göğe çıkardı. Onun Havarilerinden birkaç kişi o Necran şehrine geldiler. O halka:
-Musa (a.s.)’ın şeriati ortadan kalktı. Bir peygamber de geldi. Adına İsa derler. Şimdi Hak dini, İsa peygamber dinidir. Musa peygamber şeriatini bırakıp İsa peygamberin şeriatine uymak gerektir! Musa dinine girmek gereksizdir! dediler ve İsa (a.s.)’ın mucizelerinden bunlara akıl almaz olaylar gösterdiler.
Böylece o kavim de İsa dinine girdiler. Meğer o şehirde Zûnuvas’ın has adamlarından birkaç kişi varmış. Şehir kavmi, onları tuttular:
-Sizin de bu dine girmeniz gerektir. Yoksa sizi öldürürüz! dediler.
O has kullar da İsa dinine girmeye yanaşmadılar. Sonunda Zûnuvas’ın adamları öldürüldü. Bu haber onun kulağına gitti. Kızdı, hiddetlendi, öfkelendi. 50.000 askerle onların üstüne yürüdü. Şehri çepe çevre kuşattı. Hendekler kazdırdı ve hendeklerin içinde ateşler yaktırdı. Oranın halkını hep tutukladılar. Hendek kenarına getirdiler:
-İsa dininden dönün. Ya da sizi ateşe atarız! Dediler. Dininden dönenleri salıverdiler. Dönmeyeni o hendek içinde yanar ateşe attılar. İşte Ashabü’l-Uhdûd denilen kişiler, o müslümanları ateşte yakanlardır. Nitekim Hak Teala Kur’an’da şöyle buyurmuştur: “Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, inanmış kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın.” (Buruc süresi, ayet: 4-7)
Kur’an-ı Kerim, Ashabü’l-Uhdûd’a l
anet etmişti. Demek ki onların kazdıkları çukur, hendektir ki içinde ateş yaktılar… Bu da uzun bir kıssadır…
Bu arada maksadımız, Muhammed Mustafa (s.a.v.)’ın kafirlerle olan soru ve cevabını söylemektir ve onun halinin neye vardığını bildirmektir. Şimdi on ikinci soruya ve cevabına gelmiş bulunuyoruz!
Bu soru, Hak Teala’nın dünyaya kaç peygamber gönderdiği kaçının mürsel Peygamber olduğu, Kaç peygamberin duası ile ölünün dirildiği hususunda idi. O dirilen insanlar kimlerdi…
Mürsel; o peygambere denir ki ona Hak Teala’dan kitap inmiştir. Hazret-i Peygamber (Aleyhissalatü ve sellem) şöyle cevap verdi:
-Allahü Teala’nın 124.000 peygamberi vardır. Bunlardan 313 peygamberi mürseldir, gönderilmiştir. Yani onlara Cebrail (a.s.) gelmiştir ve Hak Teala’dan vahiy indirmiştir. Onların ilki Adem (a.s.)’dır. Sonuncusu Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dir. Bu peygamberlerin dördü süryani dilince söyler, konuşurlardı. Onların biri Adem (a.s.) İkincisi Şit, üçüncüsü İdris’tir. Dördüncüsü de Nuh (a.s.)’dır.
Dört peygamber de Arapça konuşurdu. Onlar da Hud, Salih, Şuayb (a.s.)’lar ve Muhammed Mustafa (s.a.v.) idiler.
Fakat dualarıyla ölüleri dirilten Peygamberlerden birisi İmran oğlu Musa (a.s.)’dı. Dirilen kişinin ilki, İsrailoğulları arasından bir kimseydi ki ölü olarak bulunmuştu. Onu kimin öldürdüğü bilinememişti. Sonunda Musa (a.s.):
-Hak Teala’nın buyruğu şudur ki: şu sıfatta bir sığır bulup boğazlayınız. Onun kuyruğu ile ölen kişiye vurunuz. Ölü, Allahü Teala’nın emri ile dirilir ve kendisini kimin öldürdüğünü haber verir, dedi.
Hemen o kavim de Musa (a.s.)’ın istediği sığırı buldular, onu boğazladılar. O sığırın kuyruğu ile o ölüye vurdular, ölü dirildi. Kendisini kimin öldürdüğünü haber verdi. Hazreti Musa da o kişiyi yakalattı. Akrabalarının eline verdi. Onlar da önceden öldürülenin yerine ( kısas olarak) onu öldürdüler. Hak da yerini buldu. İsrailoğulları kavmi, o kavgadan, ihtilaftan emin oldular. Bunun da hikayesi uzundur…
Bundan başka 70 kişi Musa peygamberin duası ile dirildiler. Onlar da şu vakit olmuştu ki, Musa peygamber (a.s.) Tur dağına varıp Allahü Teala’ya münacat kıldı. Ne gerekiyorsa söyleşti. Nitekim Allahü Teala şöyle buyurur: “Allah, Musa’ya arada kimse olmadan hitapta bulundu.” (Nisa suresi, ayet: 64) Sonra bir ak bulut parçası geldi. Musa peygamberi ortaya aldı. Allahü Teala ona Tevrat’ı levha ile Musa peygambere indirdi. Yetmiş kişi Musa peygambere şöyle dediler:
-Biz senden şunu diliyoruz ki, Hak Teala’nın sözünü sen işittiğin gibi bize de işittir. Musa (a.s.) onları da aldı. Tur dağına vardı. Allahü Teala’nın sözlerini onlara da işittirip duyurttu. Onlar:
-Ya Musa, bize Allahü Teala’yı açıktan göstermelisin ta ki sana biz iman edelim! Dediler.
Bunu onlar söyler söylemez bir şimşek çaktı. Bir yıldırım indi. Bu 70 kişiyi yaktı kapkara etti. Nitekim Kuran-ı Kerim şöyle buyurur: “Bir zaman siz, “Ey Musa! Allahü Teala’yı bize aşikar göstermeyince biz sana iman getirmeyiz!” dediniz. Öyle deyincede sizi yıldırım yakalayıverdi.” (Bakara suresi, ayet: 55)
Musa (a.s.) o yetmiş kişiye baktı. Onların helak olduklarını görünce: “Ya Rabb! dedi. Madem ki bunları helak etmek istiyorsun, önceden yok edeydin. Beni de bunlarla birlikte öldüreydin.” (Enfal suresi, ayet: 155) Ve Musa(a.s.) yalvarmasına şöyle devam etti: “Ya Rabbi! Bunlardan birkaç kişi cahillik edip buzağıya taptıkları için bizi onlarla birlikte mi helak, yok edeceksin? Kaldı ki bu da senin imtihanından başka bir şey değildir. Sen dilediğini sapıklığa, dilediğini doğru yola iletirsin.” (Araf suresi, ayet: 155)
Ve Musa (a.s.) Hak Teala’ya duasını şöyle sürdürdü:
- Ya Rabbel-alemin! Dilerim ki bunları yeniden diriltesin.
Allahü Teala da Hz. Musa’nın duasını kabul etti. O yetmiş kişiye yeniden can verdi, onları diriltti. Nitekim Kur’an şöyle buyurur: “Sonra da sizi Biz, bu nimetin hakkını bilip şükredesiniz diye siz öldükten sonra yine dirilttik.”
İşte bu olaylar İmran oğlu Musa (a.s.) zamanındaydı…
Kaynak: a.g.e. ; s. 51
İslam
Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Resûlullah’ın (a.s.m.) haklarında, “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hidayete erişirsiniz.”buyurdukları sahabilerin her biri bizler için ibret ve örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabiden alacağımız dersler vardır. Mus’ab bin Umeyr de (r.a.) bu mümtaz insanlardan biridir.
Bu yıldız sahabi, İslam’ı kabul etmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı simalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab, çok zengin, müreffeh ve gösterişli bir hayat yaşıyordu. Anne ve babası, bir dediğini iki etmiyordu. Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tebliğ ettiği dinden haberdar oldu. İçine bir merak düştü ve Hz. Peygamber’i ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başladı. Biraz sohbetten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab, müşrik olarak geldiği Resûlullah’ın huzurundan artık bir Müslüman olarak çıkmıştı. Ama muhitinden çekindiği için bir müddet bunu gizledi. Namazlarını gizli gizli kıldı.
Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeliler tarafından, sırf İslam’ı kabul ettiği için türlü baskı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Hapsedildi. Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken Mus’ab (r.a.) yanlarına geldi. Selam verdi. Sahabiler, ona gereken şekilde yardımcı olamadıkları için mahcuptular. Peygamberimiz, Mus’ab’ın selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Resûl’ünün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Resûlünü anne ve babasına tercih etti.”
Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr, hakikaten her şeyini Allah ve Resûl’ü uğrunda feda etmişti—evini, şaşaalı hayatını, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini, babasını…
Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Resûlullah (a.s.m.) tarafından, İslam’ın Medine’deki ilk tebliğcilerinden biri olarak vazifelendirildi.
Birinci Akabe Biatı’nı takiben Medine’de İslam süratle yayılmaya başlayınca, buradaki yeni Müslümanlar, Hz. Peygamber’den (a.s.m.), İslam’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsali sahabi, birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Böylece Es’ad’ın evi bir İslam dershanesi hâline geldi. Burası öyle feyizli bir yerdi ki, gelen, Müslüman oluyordu.
Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine’de Cuma namazı kılmak istediler. Durumu Resûlullah’a (a.s.m.) bildirerek iznini aldılar. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.
Bilahare Hz. Mus’ab, Mekke’ye gelerek Resûlullah’ı ziyaret etti ve Medine’deki İslami inkişafı anlattı. Bu ziyaretten haberdar olan Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:
“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”
Mus’ab’ın cevabı ise şu idi:
“Ben Resûlullah’tan (a.s.m.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”
Daha sonra Peygamberimizin iznini alarak annesinin yanına giden Mus’ab, onun, “Hâlâ batıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşılaştı. Şöyle bir cevap verdi:
“Anneciğim, ben Muhammed’in (a.s.m.) dini üzereyim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.”
Ve şunları ilave etti:
“Benim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Resûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”
Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleyerek teklifini reddetti.
Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.
Daha sonra bir müddet Mekke’de Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında kalan Mus’ab, bilahare Medine’ye döndü. Mekke’de bulunduğu esnada bir gün, Hz. Peygamber, onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahabilere, “Bu zatı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”
Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şekilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Resûlullah tarafından İslam sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraftan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nazil olan şu âyeti okuyordu:
“Muhammed bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?”
Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab, bir ara “İbni Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline aktaran Mus’ab, o elini de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle yakalayarak göğsünde tutmaya çalıştı. Hemen bir sahabi yetişerek sancağı devraldı. Bu, bir melekti. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Resûlullah, melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Resûlallah!”cevabını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:
“Müminlerden Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehitliğe kavuştu, kimi de böyle güzel bir akıbeti beklemektedir. Onlar sözlerini hiçbir surette değiştirmemişlerdir.”
Bu büyük sahabi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Mus’ab, her şeyden ziyade sevdiği Allah’ına böyle kavuştu.
Allah ondan ebeden razı olsun.
İslam
Beş hakîkî bayram

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Bayram günü sabah vaktinde Allâhü Teâlâ, meleklerini yeryüzünün her tarafına gönderir. Her bir melek, bir sokağın başına geçerek: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Kerem sahibi Rabb’inizin huzuruna çıkın. Çünkü o, bol bol veriyor ve büyük günahları bağışlıyor.’ der. Bunu, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûkat duyar. İnsanlar bayram namazlarını kılmak üzere evlerinden çıktıklarında, Allâhü Teâlâ, meleklerine: ‘Ey meleklerim! Bir işçi, işini bitirince alacağı karşılık nedir?’ buyurur. Melekler, ‘Ey Rabb’imiz! Alacağı, ücretinin tam olarak ödenmesidir.’ buyururlar.
Allâhü Teâlâ, onlara: ‘Ey meleklerim! Sizleri şâhit tutuyorum ki onların Ramazan ayında tuttukları oruçların, kıldıkları namazların sevabı olarak ben de onlara rızâmı ve mağfiretimi veriyorum.’ buyurur. Sonra Allâhü Teâlâ: ‘Ey kullarım! Benden isteyin. İzzetime ve celâlime yemin ederim ki bugün dininiz veya dünyanız için benden ne isterseniz onu vereceğim.’ buyurur.”
Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:
- Sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.
- Sekerâtü’l-mevtte (ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.
- Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.
- Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihler ile beraber gölgelendiğinde.
- Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık, bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz olan Sırat Köprüsü’nden geçtiğinde.
Evliyâdan bir zât demiştir ki: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”
Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.
İslam
Arazi-toprak mahsullerinin zekâtı, öşür

Öşür arazisinden çıkan mahsûlün zekâtına, -onda bir (1/10) demek olan- öşür denilmiştir. Öşür; âyet, hadîs ve icmâ ile sabit bir farzdır. Âyet-i kerîmede (meâlen): “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkarmış olduğumuz şeylerin temiz (ve helâl) olanlarından (Allah yolunda) infâk ediniz (harcayınız)! Ve kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz kötü ve haram olan şeyi vermeye yeltenmeyiniz. Ve bilin ki Allah Ganî’dir (sadakalarınız sizin menfaatiniz içindir) ve Hamîd’dir (herkes, Allâh’a hamd ve şükür borçludur).” buyurulmuştur.
Bir arazi, yağmur, çay veya ırmak sularıyla sulanırsa mahsûlâtı onda bir nisbetinde; dalyanlar, dolaplar, hayvanlar veya satın alınacak sular ile bütün sene veya senenin yarısından fazla sulanırsa yirmide bir nisbetinde öşür verilir. Tohumlar veya işçi ücretleri vesair masraflar bundan düşülmez.
Öşürde, arazi sahibinin akıllı, bâliğ (ergin), zengin olması şart değildir. Öşürde itibar, arazi sahibine değil, araziyedir. Yani, mal sahibi; çocuk, deli veya fakir de olsa öşür ile mükelleftir. Arazide yılda kaç mahsul elde edilirse, hepsinden ayrı ayrı öşür vermek lâzımdır. Diğer malların zekâtında, malın-paranın üzerinden bir yıl geçmesi şart olduğu hâlde, mahsûllerde bir yıl geçmesi icap etmez. Bal, ceviz, susam, fındık, fıstık, çam fıstığı, payam (badem), zeytin, pamuk, palamut, pelit, keten tohumu, şeker kamışı, şeker pancarı, çay yaprağı, çayır otu, dut yaprağı, fesleğen yaprağı, buğday, mısır, pirinç, nohut, mercimek, bakla, fasulye, soğan, sarımsak, kavun, karpuz, salatalık, üzüm, incir, elma, armut, şeftali, erik gibi her türlü mahsulden ve yulaf, fiğ, burçak gibi her türlü hayvan gıdasından öşür verilir.
Öşrü verilen üzüm bağının içinde meyve ağaçları olsa veya bağ arasında soğan, sarımsak ekilse, o ağaçların meyvelerinden ve ekilenlerden de öşür vermek lâzımdır. Öşür arazisi içinde, ekilmediği hâlde kendiliğinden çıkan mahsulden de öşür verilir.
Hulasa, İmâm-ı Âzam Hazretleri: “Araziden elde edilen mahsulün azında da çoğunda da öşür farzdır.” buyurmuşlardır.
Yorumlar