İslam
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Yahudiler’e Verdiği Cevaplar (6)

Şimdi geldik Altıncı sorunun cevabına:
“Kıyamet ne gün kopar?” İdi. Cevabı için Cebrail (a.s.) şu ayeti okudu: “Ya Muhammed! Senden sorarlar ki, Kıyamet ne vakit kopacaktır? Sen de ki; O vakti Allahü Teala bilir.” (Araf suresi, ayet: 187) RasuI (s.a.v.) sözlerine şöyle devam etti:
-O vakti Allahü Teala kimseye bildirmemiştir. Kıyamet Günü gelince bütün yaratılanlar kendilerini kuşluğa dek, ya da ikindiye kadar eğlendiklerini, vakit geçirdiklerini sanırlar. Allahü Teala şöyle buyurur: “Ey Muhammed! Sana: Kıyamet ne zaman kopacaktır? Diye sormaktadırlar. Kıyamet’in bilgisinden, ne zaman kopacağından senin de haberin yoktur ve bu alem Allahü Teala’dan varlık bulmuştur. Sonu ne zaman viran olacaktır, kıyamet kopacaktır, onu yine Allah bilir.” (Naziat suresi, ayet: 41-45) Cenab-ı Hak, nitekim şöyle buyurmuştur: “Kıyamet size ansızın gelir. Ne zaman geleceğini kimse bilemez. Kıyamet’i sana sorarlarsa, ey Muhammed, sen, de ki: “Kıyamet’in bilgisi Allah katındadır. Onu, O’ndan başka kimse bilmez. Eğer halk bu cihanın ne kadar zamanı geçtiğini ve ne kadar zaman kaldığını bilselerdi kıyametin de kopacağını bilirlerdi ve bunu Allahü Teala’dan başka kimse bilemez.” (Araf süresi ayet: 187) Rasul (s.a.v.) şu ayeti okudu: “Allahü Teala beş şeyi kimseye bildirmemiştir. (Birincisi); Kıyamet ne vakit kopar? (İkincisi); Yağmur ne vakit yağar? (Üçüncüsü); Ana karnında olan erkek mi, dişi mi olur. (Dödrüncüsü); Yarın ne olacaktır? (Beşincisi); Her kişi ne yerde ölecektir? Bu beş şeyi Allah’tan başka kimse bilmez.” (Rahman suresi, ayet: 37)
Peygamber (a.s.) Her bir şey için bir nişan, bir alamet söylemiştir. Bir keresinde Kıyamet gününden sordular. Hazret-i Peygamber (s.a.v.) mübarek iki parmağını yani şahadet parmağı ile orta parmağını, biribirinin üstüne koyup ona işaret edip şöyle buyurdu:
-Benimle Kıyamet aralığı iki parmağımın aralığından fazla kalmamıştır. Ve yine bir hadiste Hazret-i Rasûl şöyle buyurmuştur:
-“Birgün Cebrail benim katıma geldi. Elinde bir ayna ve aynanın ortasında kara bir nokta gördüm. Cebrail’e:
-“Ey benim kardeşim! Ey dostum! Bu ayna nedir?” diye sordum. O da:
-“Cuma günüdür!” dedi. Yine:
-“Ya bu kara nokta nedir?” diye sordum. O da:
-“Kıyamet günüdür!” dedi. Ben:
-“Yani Kıyamet Cuma günü mü olacaktır?” dedim. Cebrail:
-“Evet ey Allah’ın Rasulü! Dedi.
Bundan sonra da Peygamber (a.s.) her Cuma günü gelince Kıyamet kopmasını beklerdi. Haberde de gelmiştir ki,
“Peygamber (aleyhissalatü vesselam) birgün ashabı ile oturmuştu. Güneş sararmış ve akşam yaklaşmıştı. Rasul-i Ekrem:
-Bu günden kaç saat geçmiştir? Diye sordu. Hem geriye ne kadar vakit kalmıştır? Diye sordu. Ashab:
-Ya Rasulallah, günün çoğu geçmiştir! Azı kalmıştır! Dediler. Peygamber (s.a.v.):
-Sizin ömrünüz geçen ümmetlerin ömrüne göre bu günün geri kalan vakti gibidir! Diye buyurdu.”
Yine bir gün Hazret-i Peygamber’in katına bir çöl köylüsü arap geldi. Bu kişi:
-Ey Allah’ın Rasulü! Dedi. Gece rüyamda bir ulu sahra gördüm. Yeşil çimenler fışkırmıştı. O sahranın ortasına bir minber kurulmuştu. O minberin de yedi ayak basamağı vardı. Orada seni gördüm ey Allah’ın Rasulü! En aşağı merdivenin basamağında oturuyordun! Peygamberimiz (s.a.v.) o çöl köylüsü Arab’a:
-O yedi basamak merdiven 7000 yıldır. Ben en sondaki bin yılda gelmişimdir. Bu, Kıyamet’in yakın olduğuna işarettir! diye buyurdu. Yahudi bilginleri de:
-Doğrudur, ya Muhammed. Biz de Tevrat’ta böyle bulduk! dediler. Yedinci soru da şu idi: Kafdağı nerededir? Nasıl bir dağdır? Niçin yaratılmıştır? Peygamberimiz (s.a.v.) bu soruya şöyle cevap verdi: -Kafdağı denilen dağ, bu cihanı çepeçevre kuşatmıştır. Cihan, kafdağı'nın içinde şu yüzüğün içindeki parmağa benzer ayrıca, bu kafdağı yeşil zümrütten yaratılmıştır. Bu göklerin gök renginde görünmesinin sebebi, o Kafdağı'nın aksi düştüğündendir. Yoksa gökte hiçbir zaman renk yoktur. Eğer Kafdağı'nın yeşilliği olmasaydı, gök bu türlü görülmezdi. Ademoğlunun o
dağa varması olur bir iş değildir. O da şundan ötürüdür ki: O dağa dört ay karanlıkta gidilir. Orada ne ay, ne güneş vardır. Bu kafdağı Yer’in mıhı, çivisidir. Eğer kafdağı olmayaydı, yer deprenmekten uzak kalmazdı. Hatta yeryüzünde rahat olunmazdı.
Geldik Sekizinci sorunun cevabına: Bu soru Cablısa ve Cablika şehirleridir.
Hz. Muhammed (s.a.v.):
-Cablika ve Cablisa iki şehir yeridir. Birisi doğu ülkelerinde, birisi de batı ülkelerinde bulunur. Doğuda bulunan kente Cablika, derler, batıda olana ise Cablisa denir. Yeşil zümrütten yaradılmışlardır. İkisi de Kafdağı’na ulaşmıştır. Her şehrin eni ve uzunluğu iki bin fersahtır.
Bu cevabı Rasûlüllâh (s.a.v .) söyleyince o Yahudilerin bilginleri, Kureyş’ten Ebu Cehil ve Velid hazır oturmuşlardı. Önlerine Tevrat koyup Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’in sözleriyle ölçerlerdi ki, onların sözlerine uygun olup olmadığına bakarlardı.
Ebu Talib oğlu Hz. Ali (Allah ondan razı olsun) o mecliste hazır bulunuyordu:
-Ya Rasulallah! Bu dediğiniz şehirler bizim bulunduğumuz bu dünya içinde midir, yoksa değil midir? Diye sordu. Rasûl (s.a.v.) hazretleri de:
– O şehirler karanlıklar içindedir ve kafdağına ulaşıktır! Diye buyurdu. Hazreti Ali:
-Her şehirde ne kadar halk vardır? Diye sordu. Hazreti Muhammed (s.a.v.):
-Her şehrin kalesinin 1000 derbendi vardır. Her derbendini, yani dar geçidini geceleri biner kişi bekler. Nöbet bekleyen o bin kişiye tam bir yıl tamamlanıncaya kadar bir daha nöbet gelmez. Hazreti Ali:
-“Ey Allah’ın Rasulü: Bu kaleyi bunlar niçin beklerler? Diye sordu. Hazret-i Rasul (s.a.v.) şu cevabı verdi:
-Şundan ötürü beklerler: Çünkü o yanlarda çok halk vardır. Onlarla bu Cablisa ve Cablika halkı arasında düşmanlık türemiştir. Aralarında gece, gündüz savaşlar eksik olmaz. İşte bundan ötürüdür ki nöbet tutarlar. Sonra Hz. Ali (r.anh):
-Ya Rasulallah! Bu Cablisa ve Cablika halkı Ademoğullarından mıdır? Diye sordu. Rasul (s.a.v.):
-Onlar dünya yüzünde Ademoğullarının yaşadığını bilmezler. Diye cevap verdi. Hazret-i Ali de:
-Şeytan onlara yol bulamaz mı? Diye sordu. RasuI (s.a.v.) de:
-Onlar şeytanı da bilmezler! dedi. Hazret-i Ali:
-“Ey Allah’ın Rasulü! Bu ay, bu güneş ve bu yıldızlar onların üzerlerine doğmaz mı? diye sordu, şu cevabı aldı:
-Onlar Hak Teala’nın ayı ve güneşi yarattığını da bilmezler:
-Ya bu cihanı nice görürler?
-Onların aydınlığı kaf dağının ışıklarındandır. Onların taş ve duvarları nur gibi ışık verir.
-Ya Rasulallah, onlar ne yerler ne içerler?
-Hiç bir şey yiyip içmezler:
-Ya ne giyerler?
-Onların sırtı, vücudu giyinmek istemez.
-Melek midirler?
-Melek değillerdir. Ama ibadetleri melekler gibidir.
-Onlardan zürriyet gelir mi?
-Onların hepsi erkektirler! Aralarında dişi olanı yoktur.
-Onların dini ne dindir? Onlar Cennetlik midir, Cehennemlik midir?
-Onlar Cennet ehlidir! İslam dini yolundadırlar. Miraç Gecesi Cebrail (a.s.) beni o yöne iletti. Ben onlara islam’ı arzettim. Müslüman olarak Allahü Teala’ya ve bana iman getirdiler. Ben de onlardan birisine İslam’ın şartlarını öğrettim. O kişiyi onların üzerine vekilim, halifem kıldım. Sonra Cebrail (a.s.) beni Fars ve Fîd tarafına ve Ye’cüc ve Me’cüc ülkelerine ve münsil, Bakıl ve Naris kavmına iletti. Onlara da islamlığı sundum. Fakat kabul etmediler. Hepsi de kafirdirler.
Sonra Hazret-i Ali:
-Ya Rasulallah! Dedi. Bizim halkımızdan hiç kimse onlara varabilir mi? Dedi.
Allahın Rasulü (s.a.v.):
-Yok! onlara varmağa hiç kimsenin takatı yetişmez. Çünkü dört ay karanlıkta gidilir. Ama Ad kavminden üç kişi Hazret-i Hud peygambere iman getirmişlerdi. Onlar Ad kavmi arasından kaçtılar. O şehristana geldiler. Diye cevap buyurdu!
*Şöyle rivayet ederler ki İskender-i Zülkameyn (İki boynuzlu İskender) bu şehri görmek için iki ay karanlıklar içinde gitti. Sonunda korktu. Yine geriye döndü. Çünkü karanlık içinde daha iki ay gitmesi gerekti ki o şehre varabilsin. Bu şaşırtıcı haberdir! Yahudi bilginleri bu sözleri işitince:
-Gerçek söylersin ya Muhammed! Dediler. Biz de Tevrat’ta böyle bulduk. Ad kavminden kaçan o üç kişi o Cablika ve Cablisa şehrine düştüler. Fîd halkından korktuklarından oradan çıkıp gidemediler. Çünkü onlardan o kavim daha güçlü daha çoktu. Sonunda o şehirde ölüp orada kaldılar! Dediler. Kaynak: a.g.e ; s. 46
İslam
Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Resûlullah’ın (a.s.m.) haklarında, “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hidayete erişirsiniz.”buyurdukları sahabilerin her biri bizler için ibret ve örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabiden alacağımız dersler vardır. Mus’ab bin Umeyr de (r.a.) bu mümtaz insanlardan biridir.
Bu yıldız sahabi, İslam’ı kabul etmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı simalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab, çok zengin, müreffeh ve gösterişli bir hayat yaşıyordu. Anne ve babası, bir dediğini iki etmiyordu. Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tebliğ ettiği dinden haberdar oldu. İçine bir merak düştü ve Hz. Peygamber’i ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başladı. Biraz sohbetten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab, müşrik olarak geldiği Resûlullah’ın huzurundan artık bir Müslüman olarak çıkmıştı. Ama muhitinden çekindiği için bir müddet bunu gizledi. Namazlarını gizli gizli kıldı.
Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeliler tarafından, sırf İslam’ı kabul ettiği için türlü baskı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Hapsedildi. Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken Mus’ab (r.a.) yanlarına geldi. Selam verdi. Sahabiler, ona gereken şekilde yardımcı olamadıkları için mahcuptular. Peygamberimiz, Mus’ab’ın selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Resûl’ünün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Resûlünü anne ve babasına tercih etti.”
Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr, hakikaten her şeyini Allah ve Resûl’ü uğrunda feda etmişti—evini, şaşaalı hayatını, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini, babasını…
Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Resûlullah (a.s.m.) tarafından, İslam’ın Medine’deki ilk tebliğcilerinden biri olarak vazifelendirildi.
Birinci Akabe Biatı’nı takiben Medine’de İslam süratle yayılmaya başlayınca, buradaki yeni Müslümanlar, Hz. Peygamber’den (a.s.m.), İslam’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsali sahabi, birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Böylece Es’ad’ın evi bir İslam dershanesi hâline geldi. Burası öyle feyizli bir yerdi ki, gelen, Müslüman oluyordu.
Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine’de Cuma namazı kılmak istediler. Durumu Resûlullah’a (a.s.m.) bildirerek iznini aldılar. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.
Bilahare Hz. Mus’ab, Mekke’ye gelerek Resûlullah’ı ziyaret etti ve Medine’deki İslami inkişafı anlattı. Bu ziyaretten haberdar olan Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:
“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”
Mus’ab’ın cevabı ise şu idi:
“Ben Resûlullah’tan (a.s.m.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”
Daha sonra Peygamberimizin iznini alarak annesinin yanına giden Mus’ab, onun, “Hâlâ batıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşılaştı. Şöyle bir cevap verdi:
“Anneciğim, ben Muhammed’in (a.s.m.) dini üzereyim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.”
Ve şunları ilave etti:
“Benim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Resûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”
Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleyerek teklifini reddetti.
Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.
Daha sonra bir müddet Mekke’de Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında kalan Mus’ab, bilahare Medine’ye döndü. Mekke’de bulunduğu esnada bir gün, Hz. Peygamber, onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahabilere, “Bu zatı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”
Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şekilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Resûlullah tarafından İslam sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraftan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nazil olan şu âyeti okuyordu:
“Muhammed bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?”
Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab, bir ara “İbni Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline aktaran Mus’ab, o elini de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle yakalayarak göğsünde tutmaya çalıştı. Hemen bir sahabi yetişerek sancağı devraldı. Bu, bir melekti. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Resûlullah, melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Resûlallah!”cevabını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:
“Müminlerden Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehitliğe kavuştu, kimi de böyle güzel bir akıbeti beklemektedir. Onlar sözlerini hiçbir surette değiştirmemişlerdir.”
Bu büyük sahabi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Mus’ab, her şeyden ziyade sevdiği Allah’ına böyle kavuştu.
Allah ondan ebeden razı olsun.
İslam
Beş hakîkî bayram

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Bayram günü sabah vaktinde Allâhü Teâlâ, meleklerini yeryüzünün her tarafına gönderir. Her bir melek, bir sokağın başına geçerek: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Kerem sahibi Rabb’inizin huzuruna çıkın. Çünkü o, bol bol veriyor ve büyük günahları bağışlıyor.’ der. Bunu, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûkat duyar. İnsanlar bayram namazlarını kılmak üzere evlerinden çıktıklarında, Allâhü Teâlâ, meleklerine: ‘Ey meleklerim! Bir işçi, işini bitirince alacağı karşılık nedir?’ buyurur. Melekler, ‘Ey Rabb’imiz! Alacağı, ücretinin tam olarak ödenmesidir.’ buyururlar.
Allâhü Teâlâ, onlara: ‘Ey meleklerim! Sizleri şâhit tutuyorum ki onların Ramazan ayında tuttukları oruçların, kıldıkları namazların sevabı olarak ben de onlara rızâmı ve mağfiretimi veriyorum.’ buyurur. Sonra Allâhü Teâlâ: ‘Ey kullarım! Benden isteyin. İzzetime ve celâlime yemin ederim ki bugün dininiz veya dünyanız için benden ne isterseniz onu vereceğim.’ buyurur.”
Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:
- Sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.
- Sekerâtü’l-mevtte (ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.
- Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.
- Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihler ile beraber gölgelendiğinde.
- Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık, bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz olan Sırat Köprüsü’nden geçtiğinde.
Evliyâdan bir zât demiştir ki: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”
Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.
İslam
Arazi-toprak mahsullerinin zekâtı, öşür

Öşür arazisinden çıkan mahsûlün zekâtına, -onda bir (1/10) demek olan- öşür denilmiştir. Öşür; âyet, hadîs ve icmâ ile sabit bir farzdır. Âyet-i kerîmede (meâlen): “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkarmış olduğumuz şeylerin temiz (ve helâl) olanlarından (Allah yolunda) infâk ediniz (harcayınız)! Ve kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz kötü ve haram olan şeyi vermeye yeltenmeyiniz. Ve bilin ki Allah Ganî’dir (sadakalarınız sizin menfaatiniz içindir) ve Hamîd’dir (herkes, Allâh’a hamd ve şükür borçludur).” buyurulmuştur.
Bir arazi, yağmur, çay veya ırmak sularıyla sulanırsa mahsûlâtı onda bir nisbetinde; dalyanlar, dolaplar, hayvanlar veya satın alınacak sular ile bütün sene veya senenin yarısından fazla sulanırsa yirmide bir nisbetinde öşür verilir. Tohumlar veya işçi ücretleri vesair masraflar bundan düşülmez.
Öşürde, arazi sahibinin akıllı, bâliğ (ergin), zengin olması şart değildir. Öşürde itibar, arazi sahibine değil, araziyedir. Yani, mal sahibi; çocuk, deli veya fakir de olsa öşür ile mükelleftir. Arazide yılda kaç mahsul elde edilirse, hepsinden ayrı ayrı öşür vermek lâzımdır. Diğer malların zekâtında, malın-paranın üzerinden bir yıl geçmesi şart olduğu hâlde, mahsûllerde bir yıl geçmesi icap etmez. Bal, ceviz, susam, fındık, fıstık, çam fıstığı, payam (badem), zeytin, pamuk, palamut, pelit, keten tohumu, şeker kamışı, şeker pancarı, çay yaprağı, çayır otu, dut yaprağı, fesleğen yaprağı, buğday, mısır, pirinç, nohut, mercimek, bakla, fasulye, soğan, sarımsak, kavun, karpuz, salatalık, üzüm, incir, elma, armut, şeftali, erik gibi her türlü mahsulden ve yulaf, fiğ, burçak gibi her türlü hayvan gıdasından öşür verilir.
Öşrü verilen üzüm bağının içinde meyve ağaçları olsa veya bağ arasında soğan, sarımsak ekilse, o ağaçların meyvelerinden ve ekilenlerden de öşür vermek lâzımdır. Öşür arazisi içinde, ekilmediği hâlde kendiliğinden çıkan mahsulden de öşür verilir.
Hulasa, İmâm-ı Âzam Hazretleri: “Araziden elde edilen mahsulün azında da çoğunda da öşür farzdır.” buyurmuşlardır.
Yorumlar