İslam
Peygamber Efendimiz

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Yahudiler’e Verdiği Cevaplar (5)
Ve Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurur.
-Her göğün altında havada bir deniz vardır. Doğudan batıya kadar Allah’ın buyruğu ile şöyle boşlukta durur. Katresi Yer’e dökülmez ve bu ay da, deniz de o enginlerde yürürler. Öteki beş gezegen yıldız da öyle yaparlar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Gündüz sinip, geceleri gözüken gezegenlere (yıldızlara) and olsun.” (Tekvir suresi, ayet: 15, 16) Ay ve güneş gibi birer taşıt üstünde yürürler. Doğudan doğarlar ve Batı’dan dolanırlar ve onlar da bu enginliklere yürürler. Böylece Peygamberimiz:
-O Hak Teala hakkı için ki Muhammed’in canı onun kudret elindedir. Eğer güneş o enginde gitmeseydi ve sudan doğmasaydı, Ademoğlu’ndan, bitkiden, ağaçtan hangi şeyin üstüne doğsa, o şey güneşin ısısından yanıp kül olurdu ve eğer güneş o suyun içinden gitmeseydi halk ona (güzelliğinden ve latifliğinden ötürü) secdeye kapanır.
Ali bin Ebi Talib (Allah ondan razı olsun) Peygamber (s.a.v.)’in katında oturmuştu:
-Ya Rasullallah! dedi. O yıldızlar ki Allahü Teala: Gündüz görünüp gece sönerler, diye anmıştır, onlar hangi yıldızlardır? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.v.):
-Bu beş yıldız ki birisi Evha, birisi Müşteri, üçüncüsü Merih, dördüncüsü Zühre, beşincisi Utarit’tir. Bu beş yıldız da ay gibi doğu dan doğarlar. Batıda dolanırlar. Her birinin bir taşıtı vardır. Nitekim ay’ın ve güneşin de vardı. O taşıtlar hava boşluğundaki suların içinde yürürler ve Hak Teala şöyle buyurur: “Bütün yıldızlar ayrı bir felekte yüzerler.” (Yasin suresi, ayet: 40) Eğer yüzmeselerdi Hak Teala, yüzerler, demezdi. Hem de bütün yıldızlar, bu beş yıldız dışında, her birisi gök boşluğunda yerli yerinde dururlar. Rasul (s.a.v.) yine şöyle buyurdu:
-Güneş her gün taşıtı üstünde bir pınardan doğar. O taşıtı da 360 melek, enginliğin içinden çekerler ve her bir melek o taşıtın bir köşesine yapışmıştır. Allahü Teala, kullarına hangi gün inayet, yardım edecekse onlara kendi ayetini, burhanını gösterip: Güneşe:
-Seni taşıyan taşıtından dışarı çık! der. Güneş engine düşer. O taşıtı çeken 360 melek şaşkınlaşırlar. O vakit insanlar:
-Güneş tutuldu! derler. Dünyaya karanlık dolar. bir saat veya iki saat, Hak Teala’nın dileği kadar gündüz, sanki gece gibi olur. Sonra Hak Teala buyurur. Güneşi engin sudan çıkarırlar. Yine taşıtına koyarlar. O vakit halk:
-Güneş, tutulmaktan kurtuldu! derler.
Peygamber (s.a.v.) yine buyurdu:
-Güneş o çeşmelerden birisinden dolanınca, melekler onu gökten göğe Arş’ın altına iletirler. Bu yolda Hak Teala şöyle buyurur: “Güneş, kendi mihveri çevresinde, belirli bir vakit için hareket etmektedir. Bu, her şeye galip olan Allah’ın her şeyi bilen takdiridir.” (Yasin suresi, ayet: 39) Güneşin karar kıldığı, durduğu yer de Arş’ın altıdır. Allahü Teala doğuda, karanlıkta bir perde yaratmıştır. Ona bir meleği vekil bırakmıştır. Güneş her gece dolanınca, o melek, o karanlıktan bir avuç alır. Sonra avucunu açar. O karanlıktan, parmakları arasından parça parça karanlık cihana saçılır. Şafak kaybolunca avucunu da bütün açar. O meleğin kanadı doğudan batıya yetişir ve kanadı ile o karanlığı doğudan batıya kadar sürer. Dünyayı karanlık basar. Sabah vakti erişince de o melek o karanlığı yine kanadıyla sürüp doğudan batıya iletir. Kendi de batıya gelir. O karanlığı yine eline alır. Batıda yerleştirir. O yerde -ki yedinci deniz oradadır- o melek daima her gece doğudaki o karanlık perdesinden bir avuç batıya iletir. Bu perde ne zaman maşrıktan (Doğudan) mağribe (Batıya) gelirse o vakitte Kıyamet kopar.
Peygamber (s.a.v.) şöyle dedi:
-Güneş, Arş’ın altında secde kılar, bütün melekler ki şimşek vekilidirler, vakit sabah olunca, Hak Teala’dan, onlara güneş yeniden doğu’ya varsın, diye ferman gelir. Sonra da güneş doğsun diye o melekler onu bir taşıta koyarlar. Gökten göke götürürler. Ta Doğuya gelinceye dek. Vakta ki güneş doğuya gelir. Doğudan doğmaya başlar. Ayın da doğması ve dolanması güneş gibidir. Ta, Kıyamet yaklaşıncaya kadar bunun gibidir ki anlatmış olduk. Böylece, Kıyamet kopması yaklaşdığında halk fısk ile fesat ile uğraşırlar. Yargıçlar adil hüküm vermezler. Allahü Teala halkın üzerine tevbe kapısını kapatır. Güneş, Arş’ ın altına gelince, bir gün secdede kalır. yine döneceği vakit Allahü Teala’nın dergahından izin gelmez. Ay ve güneş Arş’ın altında üç gün ve üç gece kalırlar. Bu cihan karanlık içinde kalır. Yıldızların nurundan başka nur kalmaz. Halka o gece çok uzun gelir. Halin ne olduğunu kimse bilmez. Hikayenin ne olduğundan da habersizdirler. Ama gece namazlarını kılan abidler bunu bilirler, namaz vazifelerini bitirince sabah namazı vaktini beklerler. Lakin sabahın olmadığın görürler. O korktukları geceye uğradıklarını anlarlar. Varıb camilere girerler. Ağlaşırlar. Dua ve yakarma ile meşgul olurlar. Üç gün kadar bir zaman geçince Allahü Teala Cebrail (a.s.)’a Ay’ı ve Güneş’i almasını emir buyurur. Yine Ay ile Güneş’in batı’dan doğması için Batı’dan yana gider. Nursuz ve kara kalkan gibi göğün ta ortasına gelirler. Öğle olur. Cihan halkı onları görürler. İkisi de giderler. Mağripten dolanırlar. Her gün dolandıkları pınardan dolanmak isteyince Hak Teala ‘nın emri ile melekler buna engel olurlar. Bundan sonra tevbe kapısı da kapanır.
Hz. Ali (Allah ondan razı olsun) Rasul-i Ekrem’den (s.a.v.) şöyle sordu:
-Ya Rasulallah! Tevbe Kapısı ne gibi şeydir! dedi. Hz. Peygamber (a.s.):
-Ya Ali! Dedi. Batıdan öte tevbe için iki kanatlı bir kapı yapılmıştır. Her kenarı cevherden ve incidendir. Bir kanadından bir kanadına olan aralık 40 yıllık yoldur. Her kul ki (Nasuh tevbesini), en halis, en temiz tevbesini ederse, bu tevbesini o kapıdan Allahü Tealanın dergahına götürürler.
Muaz bin Cebel:
-Ya Rasulallah! Nasuh tevbesi nedir? diye sordu.
Rasulullah (s.a.v.) de şu cevabı verdi:
-O Nasuh tevbesi şudur ki: Kul kendi günahına pişmanlık getirir ve hiçbir yolda o günaha girmeyeceğine, öyle bir günaha dönmeyeceğine ant içer. Nitekim sağılmış süt memeye dönmez ve dönmeyeceği gibi.
Peygamberimiz sonra:
-O kapı şimdi halka hala açıktır! Hak Teala ayı ve güneş’i Batı’dan doğduruncaya kadar açık kalacaktır. O kapıyı Allahü Teala’nın buyruğunca halkın üstüne kapatırlar. Ondan sonra da hiçbir günahkarın tevbesi kabul olunmaz. Hiçbir kafir’in de İslamlığı kabul edilmez.
Ve Hazret-i Muhammed (s.a.v.) şu ayeti okudu: “Rabbinin alametlerinden birisi geldiği gün daha önce iman etmemiş olan kişiye, o gün imana gelmesi hiçbir hayır (yarar) getirmez.” (En’am suresi, ayet: 158)
Ubey bin Ka’b (Allah ondan razı olsun) dedi ki:
-Ey Allah’ın Rasulü! Ondan sonra bu cihan ne olur? Ay’ın ve güneş’in de hali nice olur? Peygamberimiz (s.a.v.):
-Ondan sonra, Ay’a ve Güneş’e Allahü Teala yine nurunu bollaştırır, feyizlendirir. Önceleri olduğu gibi doğu’dan doğarlar, batıdan dolanırlar. Ama o vakit kıyamet’e o kadar az zaman kalır ki, bir at yavrusu (tay), doğmuş olsa, henüz üzerine binilecek güce ulaşmadan Kıyamet kopar ve İsrafil de borusunu çalar. Bütün yaratıklar ölür. Halin ne olduğunu kimse bilmez, anlamaz. Hiçbir kişinin haberi yok iken, bütün insanlar gaflette iken ansızın sur borusunun sesini işitirler. Nitekim Rabbü’l-âlemin şöyle buyurur: “Size o ses ansızın gelir.” (Araf suresi, ayet: 187)
Yine Yasin suresindeki bir ayette şöyle buyrulmuştur: “Onların beklediği, yalnız bir avazdır. Onlar çekişip dururken bu avaz kendilerini yakalayıverir.” (Yasin suresi, ayet: 49) Yani kıyamet şu yolda ansızın erişir ki, iki kişi oturup iki lakırdı ederken biri bir yana düşer, öbürü bir yana. İkisi de can verirler. Sonra bu cihan 40 yıl bomboş kalır. Bu yer, bu gök ve hava ve yıldızlar hemen eski kararda olurlar. Ay ile güneş yine doğarlar ve gökte dolanırlar (Batarlar) gök kubbeden yağmurlar yağar. Yeryüzünden bitkiler fışkırır. Ağaçlar yeşerir, yemişler oluşur, yerlere dökülür. Kimse bulunmadığı için onlardan ne insanlar, ne de vahşi hayvanlar ne kuşlar, ne yırtıcılar hiçbir yaratık faydalanamaz. Allahü Teala,
– Meleklerin canı kabzedilsin diye buyurur. Yerde ve gökte kimse kalmasın! Yalnız Cebrail, Azrail ve İblis kalsın! der. Sonra Allahü Teala şöyle buyurur:
-Ey Cebrail! Yere in. Yer’in halini gör,nicedir.
Bu buyruğu alan Cebrail (a.s.) yere iner. Cihanın onarıldığını görür. Bitkiler canlanmış, yemişler olmuş. Bütün sular akmaktadır. Bahçeler tazelenmiş, ne kadar altın ve gümüş varsa yer altından yer yüzüne çıkmış ve taş gibi, toprak gibi dökülmüşlerdir. Her şey yerde yatmaktadır. Ama yaratıklardan, hayvanlardan kimse yoktur ki faydalanabilsin. Cebrail (a.s.) yine gök katına çıkar. Allahü Teala ona:
-Ey Cebrail, dünya yüzünde ne gördün? der. Cebrail de:
-Yarabbi, Sen daha iyisini bilirsin. Yaptıklarını gördüm, hepsi kırılmış, can vermişlerdi. Cihanı gördüm. Yine onarılmıştı. Onlardan mamur kalmıştı. Allahü Teala:
-Ben onlara şöyle demiştim! diye buyurur ve şu ayeti hatırlatır: “Bu yer’i ve bu yer’de her ne varsa Ben yarattım. Yine bana miras kalacaktır. Bütün yaratıkların geri dönüşü Banadır. Benim dergahımadar.” (Meryem suresi, ayet: 40)
Allahü Teala Cebrail’e şu ilahi sözlerini söylemeye devam eder:
-Onlar dünyadan ötürü bana asi oldular. Buyruğuma aykırı iş işlediler. Kanlar döktüler. Türlü fesatlar işlediler. Bugün o kavga ettikleri dünyanın hepsi bana kaldı. Onları ölümle kahrettim. Yok oldular.
Allahü Teala bundan sonra İblisi ve Cebraili ve ölüm meleği Azrail’i de öldürür. Kendisi bakidir. Hayatı O yaratmıştır, hayata ihtiyacı yoktur. Ölümü de O yaratmıştır. Kendisine ölümden de zarar gelmez.
Bundan sonra Allahü Teala kendi azametinden ve saltanatından sorar:
-Padişahlık bugün kimindir? der. Nerede onlar ki biribirini yağmalayıp biribirini dünya padişahlığı için öldürürlerdi?…
Fakat, cevap verecek kimse bulunmaz. Allahü Teala kendi yüceliğiyle kendisi cevap verir şöyle buyurur:
-Mülk de, padişahlık da Allah’ındır ki vahid’dir, tektir. O’nun ortağı yoktur. Bütün yaratılanları ölümle kahreder.
Vakta ki cihan bu hal üzerine tamam kırk yıl kalır, bundan sonra Hak Teala bütün yaratıklar içinden ilk önce İsrafil (a.s.)’ı diriltir. Sur borusunu çalar. Bütün halk dirilirler. hesap yerine gelirler. Sonra Allahü Teala bunları hesaba çeker. Ay ile güneşi de hesap yerine çağırır. Ay ve güneş korkudan kapkara olurlar. Allahü Teala’nın hışmından toparlanırlar, bir top gibi olurlar. Allahü Teala onlara:
-Arş’ın altında ikiniz de secde ediniz! Diye emreder. Onlar da emri yerine getirirler ve şöyle derler:
-Yarabbi! Bize bu halkın günahkarlığı, uğursuzluğundan ötürü azap etme. Çünkü sen bilirsin, her ne kadar halk, günahı, suçu bizim ışıklarımızla işledilerse de günaha girmekte biz bunlarla el ele vermiş değiliz. Onları günah işlemekten engellemek elimizden gelmedi!
Onlar böyle cevap verince Hak Teala da şöyle buyurur:
-Gerçek söylediniz! Siz benim itaat edici kullarımsınız. Arş’ımın nurundan yarattım sizi, yine arşımın nuruna geri göndereceğim.
Böylece ay’ı ve güneşi yine arş nuruna geri yollar. İkisi orada birlikte fani olacaklardır. Hazret-i İkrime der ki:
-Vaktaki Abbasoğlu Abdullah, bu hadisi tamam etti. Ben o kişiye (yani Kabü’l-Ahbar’a) vardım. Ona:
-Bu kişi bana geldi. Senden ay ve Güneş’in hallerinden bir takım sözler söyledi. Abbas oğlu Abdullah da darıldı, kızdı. Hazret-i Peygamber’den Ay ve Güneş hakkında hadis rivayet etti. Ta, ilk yaradıldığından fani oluncaya kadar bütün hallerini bildirdi! dedim.
Ka’bül ahbar kalktı. Abbas oğlu Abdullah’ın katına geldi. Özür diledi. ve:
-Ben söylediğim o sözleri eski kitaplardan söyledim. Belki de yahudiler değiştirmiş olabilirler: Ama senin söylediğin bu hadis doğrudur. Bu hadisi sen benim katımda da söyle. Ben de senden hıfzeyleyim, belleyim! dedi.
İkrime der ki:
-Abbas oğlu Abdullah bu hadisi başından sonuna kadar bir harfi bile eksiksiz olarak okudu…
Kaynak: a.g.e. ; s. 40
İslam
Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Resûlullah’ın (a.s.m.) haklarında, “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hidayete erişirsiniz.”buyurdukları sahabilerin her biri bizler için ibret ve örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabiden alacağımız dersler vardır. Mus’ab bin Umeyr de (r.a.) bu mümtaz insanlardan biridir.
Bu yıldız sahabi, İslam’ı kabul etmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı simalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab, çok zengin, müreffeh ve gösterişli bir hayat yaşıyordu. Anne ve babası, bir dediğini iki etmiyordu. Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tebliğ ettiği dinden haberdar oldu. İçine bir merak düştü ve Hz. Peygamber’i ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başladı. Biraz sohbetten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab, müşrik olarak geldiği Resûlullah’ın huzurundan artık bir Müslüman olarak çıkmıştı. Ama muhitinden çekindiği için bir müddet bunu gizledi. Namazlarını gizli gizli kıldı.
Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeliler tarafından, sırf İslam’ı kabul ettiği için türlü baskı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Hapsedildi. Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken Mus’ab (r.a.) yanlarına geldi. Selam verdi. Sahabiler, ona gereken şekilde yardımcı olamadıkları için mahcuptular. Peygamberimiz, Mus’ab’ın selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Resûl’ünün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Resûlünü anne ve babasına tercih etti.”
Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr, hakikaten her şeyini Allah ve Resûl’ü uğrunda feda etmişti—evini, şaşaalı hayatını, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini, babasını…
Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Resûlullah (a.s.m.) tarafından, İslam’ın Medine’deki ilk tebliğcilerinden biri olarak vazifelendirildi.
Birinci Akabe Biatı’nı takiben Medine’de İslam süratle yayılmaya başlayınca, buradaki yeni Müslümanlar, Hz. Peygamber’den (a.s.m.), İslam’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsali sahabi, birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Böylece Es’ad’ın evi bir İslam dershanesi hâline geldi. Burası öyle feyizli bir yerdi ki, gelen, Müslüman oluyordu.
Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine’de Cuma namazı kılmak istediler. Durumu Resûlullah’a (a.s.m.) bildirerek iznini aldılar. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.
Bilahare Hz. Mus’ab, Mekke’ye gelerek Resûlullah’ı ziyaret etti ve Medine’deki İslami inkişafı anlattı. Bu ziyaretten haberdar olan Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:
“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”
Mus’ab’ın cevabı ise şu idi:
“Ben Resûlullah’tan (a.s.m.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”
Daha sonra Peygamberimizin iznini alarak annesinin yanına giden Mus’ab, onun, “Hâlâ batıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşılaştı. Şöyle bir cevap verdi:
“Anneciğim, ben Muhammed’in (a.s.m.) dini üzereyim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.”
Ve şunları ilave etti:
“Benim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Resûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”
Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleyerek teklifini reddetti.
Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.
Daha sonra bir müddet Mekke’de Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında kalan Mus’ab, bilahare Medine’ye döndü. Mekke’de bulunduğu esnada bir gün, Hz. Peygamber, onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahabilere, “Bu zatı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”
Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şekilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Resûlullah tarafından İslam sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraftan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nazil olan şu âyeti okuyordu:
“Muhammed bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?”
Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab, bir ara “İbni Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline aktaran Mus’ab, o elini de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle yakalayarak göğsünde tutmaya çalıştı. Hemen bir sahabi yetişerek sancağı devraldı. Bu, bir melekti. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Resûlullah, melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Resûlallah!”cevabını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:
“Müminlerden Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehitliğe kavuştu, kimi de böyle güzel bir akıbeti beklemektedir. Onlar sözlerini hiçbir surette değiştirmemişlerdir.”
Bu büyük sahabi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Mus’ab, her şeyden ziyade sevdiği Allah’ına böyle kavuştu.
Allah ondan ebeden razı olsun.
İslam
Beş hakîkî bayram

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Bayram günü sabah vaktinde Allâhü Teâlâ, meleklerini yeryüzünün her tarafına gönderir. Her bir melek, bir sokağın başına geçerek: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Kerem sahibi Rabb’inizin huzuruna çıkın. Çünkü o, bol bol veriyor ve büyük günahları bağışlıyor.’ der. Bunu, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûkat duyar. İnsanlar bayram namazlarını kılmak üzere evlerinden çıktıklarında, Allâhü Teâlâ, meleklerine: ‘Ey meleklerim! Bir işçi, işini bitirince alacağı karşılık nedir?’ buyurur. Melekler, ‘Ey Rabb’imiz! Alacağı, ücretinin tam olarak ödenmesidir.’ buyururlar.
Allâhü Teâlâ, onlara: ‘Ey meleklerim! Sizleri şâhit tutuyorum ki onların Ramazan ayında tuttukları oruçların, kıldıkları namazların sevabı olarak ben de onlara rızâmı ve mağfiretimi veriyorum.’ buyurur. Sonra Allâhü Teâlâ: ‘Ey kullarım! Benden isteyin. İzzetime ve celâlime yemin ederim ki bugün dininiz veya dünyanız için benden ne isterseniz onu vereceğim.’ buyurur.”
Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:
- Sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.
- Sekerâtü’l-mevtte (ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.
- Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.
- Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihler ile beraber gölgelendiğinde.
- Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık, bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz olan Sırat Köprüsü’nden geçtiğinde.
Evliyâdan bir zât demiştir ki: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”
Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.
İslam
Arazi-toprak mahsullerinin zekâtı, öşür

Öşür arazisinden çıkan mahsûlün zekâtına, -onda bir (1/10) demek olan- öşür denilmiştir. Öşür; âyet, hadîs ve icmâ ile sabit bir farzdır. Âyet-i kerîmede (meâlen): “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkarmış olduğumuz şeylerin temiz (ve helâl) olanlarından (Allah yolunda) infâk ediniz (harcayınız)! Ve kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz kötü ve haram olan şeyi vermeye yeltenmeyiniz. Ve bilin ki Allah Ganî’dir (sadakalarınız sizin menfaatiniz içindir) ve Hamîd’dir (herkes, Allâh’a hamd ve şükür borçludur).” buyurulmuştur.
Bir arazi, yağmur, çay veya ırmak sularıyla sulanırsa mahsûlâtı onda bir nisbetinde; dalyanlar, dolaplar, hayvanlar veya satın alınacak sular ile bütün sene veya senenin yarısından fazla sulanırsa yirmide bir nisbetinde öşür verilir. Tohumlar veya işçi ücretleri vesair masraflar bundan düşülmez.
Öşürde, arazi sahibinin akıllı, bâliğ (ergin), zengin olması şart değildir. Öşürde itibar, arazi sahibine değil, araziyedir. Yani, mal sahibi; çocuk, deli veya fakir de olsa öşür ile mükelleftir. Arazide yılda kaç mahsul elde edilirse, hepsinden ayrı ayrı öşür vermek lâzımdır. Diğer malların zekâtında, malın-paranın üzerinden bir yıl geçmesi şart olduğu hâlde, mahsûllerde bir yıl geçmesi icap etmez. Bal, ceviz, susam, fındık, fıstık, çam fıstığı, payam (badem), zeytin, pamuk, palamut, pelit, keten tohumu, şeker kamışı, şeker pancarı, çay yaprağı, çayır otu, dut yaprağı, fesleğen yaprağı, buğday, mısır, pirinç, nohut, mercimek, bakla, fasulye, soğan, sarımsak, kavun, karpuz, salatalık, üzüm, incir, elma, armut, şeftali, erik gibi her türlü mahsulden ve yulaf, fiğ, burçak gibi her türlü hayvan gıdasından öşür verilir.
Öşrü verilen üzüm bağının içinde meyve ağaçları olsa veya bağ arasında soğan, sarımsak ekilse, o ağaçların meyvelerinden ve ekilenlerden de öşür vermek lâzımdır. Öşür arazisi içinde, ekilmediği hâlde kendiliğinden çıkan mahsulden de öşür verilir.
Hulasa, İmâm-ı Âzam Hazretleri: “Araziden elde edilen mahsulün azında da çoğunda da öşür farzdır.” buyurmuşlardır.
Yorumlar