İslam
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Yahudiler’e Verdiği Cevaplar (4)

Beşinci sorunun cevabı da şudur:
- Hak Teala şöyle buyurmuştur: “Güneşi ışık kaynağı, ayı parlak ve yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için ona menzil menzil miktarlar belirleyen O´dur. Allah, bunu ancak hak hikmetle yarattı. Anlayacak bir kavim için ayetleri ayrıntılı olarak açıklıyor. (Yunus suresi, ayet: 5)
Nur, aydınlıkta, güneş ışığında eksikçedir. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “Allahü Teala, ay’ı nurlandırdı ve güneşi ışıklandırdı.” (Nuh süresi, ayet: 16) Hak Teala kimi ayetlerde güneş aydınlığına ziya ve ışık (Sirac) buyurdu. Ay’ı ne zaman andı ise (Nur) dedi. Bundan da Ay’ın parlaklığının güneşin parlaklığından daha az olduğu anlaşılıyor.
Din bilginleri ay ve güneş hususunda aslında fikir ayrılığına düşmüşlerdir:
-Allahü Teala bunları hangi şeyden yarattı? Demişlerdir. Ateşten yarattı ise, en sonunda ateş olurlar. Kimileri de: Arş’ın nurundan yarattı! dediler.
Ebu Zer Gıfari Peygamber (s.a.v.)’den şöyle bir hadis rivayet etmiştir: Ebu Zer Gıfari şöyle diyor:
-Birgün ikindi vaktinde, yani güneşin sarardığı vakitte, Peygamber (s.a.v.)’le birlikte oturmuştum.Vakta ki güneş batmağa, dolanmağa başladı. Ben:
-Ya Rasûlallah! dedim, bu güneş nerede dolanır? (Dolaşır) ve nereden doğar? Peygamber (s.a.v.):
-Ya Eba Zer! diye buyurdu. Göğün kenarında bir sıcak pınar vardır. Her gün güneş o pınarda dolanır. Nitekim Allahü Teala buyurmuştur ki: “Güneşin dolandığı yerde onu kapkara bir çamura batıyor buldu.” (Kehf suresi, ayet: 86) Ben de;
-Ya Rasûlallah, Güneş oradan nereye gider? diye sordum. Rasûl (s.a.v.):
-Gökten göğe batar. Sonra Arş’ın altına erişince Yaradan’ına, ta Sabah vakti oluncaya kadar secde kılar. Ondan sonra Allahü Teala’dan izin ister:
-Yarabbi, hangi yandan doğayım? Doğudan mı yoksa batıdan mı? Der.
Allahü Teala Cebrail’e buyruk salar. Ta, Arş’ın nurundan ona bir kaftan giydirir. Ona vekil olan meleklere buyurur. Güneşi doğuya götürürler ve oradan doğar. Böyle doğuş Hak Teala’nın, Güneş’in batıdan doğmasını ve dünyanın harap olmasını buyurduğu zamana kadar sürer. Güneş, o vakit Allahü Teala’dan destur diler, fakat Rabb’in izni üç gün gelmez, dördüncü gün Allah’tan:
-Nereden dolandınsa, nerede battınsa yine oradan doğ emri gelir. Fakat, o kaftan ki, onu Arş’ın nurundan giyerdi. O gün giydirilmez. Güneşin de hiçbir nuru ve aydınlığı kalmaz. Dördüncü gün şöyle siyahça batıdan doğar. Göğün ortasına kadar gelir. Bütün dünya halkı onu görürler, sonra geri dönüp batıdan dolanır ve tevbe kapısı halk üzerine kapanır. Bundan sonra da hiçbir kişinin tevbesi kabul olunmaz. Kıyamet’in kopmasına da az bir zaman kalır. Rasûl (s.a.v.)’in bu sözleri üzerine Ebu Zer Gıfari:
-Ya Rasûllallah! Ay haberi nicedir! dedi ve şu cevabı aldı:
-Ay da hemen o pınarlardan dolanır. Bir gökten bir göğe gider. Ta Arş’ın altına gelir. Allahü Teala’ya secde kılar. doğacağı vakti gelince Allah’tan izin ister. Cenab-ı Hak, ta doğu yönünden doğmasına izin verir ve Cebrail’e:
-Kürsi’nin nurundan Ay’a bir kaftan giydir! Diye buyurur. Ay’a kaftan giydirilir. Bundan ötürüdür ki Ay’ın nuru, güneşin nurundan eksiktir. Çünkü güneşin kaftanı arş nurundandır ve Ay’ın nuru Kürsi nurundandır.
Ebu Zer Gıfari der ki:
-Sonra Hazret-i Bilal-i Habeşi ezan okudu. Peygamber (s.a.v.) sözü kesti ve mescide girdi namazını kıldı.
Güneş ve Ay hakkında Abbas oğlu Abdullah’tan (Allah ondan razı olsun) rivayet edilen Hadis-i şerifin geniş açıklaması:
Fakat Abbas oğlu Abdullah’ın rivayet ettiği o uzun hadisi, Hibban oğlu Mukatil, İkrime’den (Allah hepsinden razı olsun) şöyle rivayet eder:
-İkrime bana dedi ki: Birgün Abbas oğlu Abdullah’ın katında oturmuştum. Bir kişi geldi:
-Ben bu gün Ka’bül Ahbar’dan Ay ve Güneş sıfatından bir söz işittim, çok şaşırdım! dedi. Ka’bül Ahbar’ın aslı Yahudi idi. Tevrat ilminde gayet bilgindi. Eski zamanın din kitaplarını da çok okumuştu. Halife Hattab oğlu Ömer (r.a.) zamanında müslüman olmuştu. Medine halkı her gün onun katında toplanırlardı. O Tevrat’tan ve o eski kit
aplardan söz ederdi. İşte Abdullah bin Abbas ‘ın yanına gelen kişi onun yanından geliyordu.
Sözüne şöyle devam etti: Kab’ül-Ahbar dedi ki:
-Kıyamet gününde Ay ve Güneşi, ikisini birlikte, götürdükleri zaman onlar kapkaradır ve nurları üzerlerinden gitmiştir. İki sığır şeklinde halkın üzerinde görünürler! Bütün mahşer halkı onları görür. Ondan sonra ikisini Cehennem’e iletirler. Onlar burada ateş olacaklardır. Çünkü Allahü Teala onları oddan (ateşten)yaratmıştır! dedi. O zaman Abdullah oğlu Abbas (Allah ondan razı olsun) darılarak:
-O ne söylerse Yahudilerin kitabından söyler! dedi. Allahü Teala ise şöyle buyurdu: “Güneş’i ve Ay’ı gök altında devamlı olarak size musahhar kılan Allah Teala’dır.” (İbrahim suresi, ayet: 33) Ve Ka’bü’l-Ahbar’a sordu:
-Ay ve Güneşin ne günahı vardı ki Allahü Teala onları Cehennem’e atsın? ..
Ve sonra Abbas oğlu Abdullah halka:
-Ben size Ay ile Güneşin sıfatını söyleyim! dedi. Şöyle ki; Peygamber (s.a.v.)’den işitmiştim, Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu:
-Hak Sübhanehü ve Teala, Ay ve Güneşi Arş’ın nurundan yarattı. Öyle ki ikisinin de nuru eşitti. Güneşin cismi bu cihanın cürmi, cismi kadardır. Ayınki biraz daha eksiktir. Ama göze küçük görünmeleri çok ırak olduklarından ötürüdür. Eğer Allahü Teala Ay’ı o yarattığı gibi bıraksaydı, gece ile gündüz seçilmezlerdi. Ay ve gün hesabı bilinmezdi. Allah, halka şefkatinden Cebrail’e emretti, onu Cebrail kanadı ile üç kez sildi. Böylece ayın nuru eksildi. Görünen karanlıkta Cebrail (a.s.)’ın kanat izidir. Sonra Peygamber (s.a.v.) şu ayeti okudu: “Biz geceyle gündüzü kudretimizi gösteren iki nişane yaptık. Gece alametini giderdik. Eşyayı gösterici gündüz alametini getirdik. Rabbiniz’den bir lütuf bekleseniz, yılların saymasını ve vakitlerin, hesabını bilmelisiniz.” (İsra suresi, ayet: 12)
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: -Hak Teala vakta ki Güneşi yarattı.Ona Arş’ın nurundan bir taşıt yarattı. O arabanın 360 köşesi vardı her bir köşesine dördüncü Gök’ün meleklerinden bir meleği muhafız bıraktı. O melekler daima Güneşi o arabanın üstünde doğudan batıya doğru ve batıdan doğuya doğru çekerler. Hak Teala 180 pınar doğunun bir tarafında, 180 pınar da bir tarafında yaratmıştır. Batının da iki tarafında yüz seksen pınar yaratmıştır. Güneş, doğudaki pınar gibi hergün bir pınardan doğar, karşısında olan pınarda dolanır. İki kere 180, üç yüz altmış eder. Güneş her yıl her gün bir pınardan doğar ve bir pınarda dolanır. Bu doğuları ve batıları Allahü Teala Kur’an-ı Kerim’de şöyle zikretmiştir: “Doğuların ve Batıların Rabbi olan Allah’a yemin ederim ki.” (Mearic suresi, ayet: 40)
***[Not: İmam Taberî, Yahudiler’in suallerine cevap mahiyetinde olan ve farklı zamanlarda ve mekanlarda Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) anlattığı hususları da o cevabın devamına eklemiştir.]
Kaynak: a.g.e. ; s. 36
İslam
Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Resûlullah’ın (a.s.m.) haklarında, “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hidayete erişirsiniz.”buyurdukları sahabilerin her biri bizler için ibret ve örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabiden alacağımız dersler vardır. Mus’ab bin Umeyr de (r.a.) bu mümtaz insanlardan biridir.
Bu yıldız sahabi, İslam’ı kabul etmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı simalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab, çok zengin, müreffeh ve gösterişli bir hayat yaşıyordu. Anne ve babası, bir dediğini iki etmiyordu. Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tebliğ ettiği dinden haberdar oldu. İçine bir merak düştü ve Hz. Peygamber’i ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başladı. Biraz sohbetten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab, müşrik olarak geldiği Resûlullah’ın huzurundan artık bir Müslüman olarak çıkmıştı. Ama muhitinden çekindiği için bir müddet bunu gizledi. Namazlarını gizli gizli kıldı.
Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeliler tarafından, sırf İslam’ı kabul ettiği için türlü baskı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Hapsedildi. Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken Mus’ab (r.a.) yanlarına geldi. Selam verdi. Sahabiler, ona gereken şekilde yardımcı olamadıkları için mahcuptular. Peygamberimiz, Mus’ab’ın selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Resûl’ünün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Resûlünü anne ve babasına tercih etti.”
Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr, hakikaten her şeyini Allah ve Resûl’ü uğrunda feda etmişti—evini, şaşaalı hayatını, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini, babasını…
Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Resûlullah (a.s.m.) tarafından, İslam’ın Medine’deki ilk tebliğcilerinden biri olarak vazifelendirildi.
Birinci Akabe Biatı’nı takiben Medine’de İslam süratle yayılmaya başlayınca, buradaki yeni Müslümanlar, Hz. Peygamber’den (a.s.m.), İslam’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsali sahabi, birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Böylece Es’ad’ın evi bir İslam dershanesi hâline geldi. Burası öyle feyizli bir yerdi ki, gelen, Müslüman oluyordu.
Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine’de Cuma namazı kılmak istediler. Durumu Resûlullah’a (a.s.m.) bildirerek iznini aldılar. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.
Bilahare Hz. Mus’ab, Mekke’ye gelerek Resûlullah’ı ziyaret etti ve Medine’deki İslami inkişafı anlattı. Bu ziyaretten haberdar olan Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:
“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”
Mus’ab’ın cevabı ise şu idi:
“Ben Resûlullah’tan (a.s.m.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”
Daha sonra Peygamberimizin iznini alarak annesinin yanına giden Mus’ab, onun, “Hâlâ batıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşılaştı. Şöyle bir cevap verdi:
“Anneciğim, ben Muhammed’in (a.s.m.) dini üzereyim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.”
Ve şunları ilave etti:
“Benim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Resûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”
Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleyerek teklifini reddetti.
Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.
Daha sonra bir müddet Mekke’de Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında kalan Mus’ab, bilahare Medine’ye döndü. Mekke’de bulunduğu esnada bir gün, Hz. Peygamber, onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahabilere, “Bu zatı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”
Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şekilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Resûlullah tarafından İslam sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraftan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nazil olan şu âyeti okuyordu:
“Muhammed bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?”
Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab, bir ara “İbni Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline aktaran Mus’ab, o elini de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle yakalayarak göğsünde tutmaya çalıştı. Hemen bir sahabi yetişerek sancağı devraldı. Bu, bir melekti. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Resûlullah, melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Resûlallah!”cevabını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:
“Müminlerden Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehitliğe kavuştu, kimi de böyle güzel bir akıbeti beklemektedir. Onlar sözlerini hiçbir surette değiştirmemişlerdir.”
Bu büyük sahabi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Mus’ab, her şeyden ziyade sevdiği Allah’ına böyle kavuştu.
Allah ondan ebeden razı olsun.
İslam
Beş hakîkî bayram

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Bayram günü sabah vaktinde Allâhü Teâlâ, meleklerini yeryüzünün her tarafına gönderir. Her bir melek, bir sokağın başına geçerek: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Kerem sahibi Rabb’inizin huzuruna çıkın. Çünkü o, bol bol veriyor ve büyük günahları bağışlıyor.’ der. Bunu, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûkat duyar. İnsanlar bayram namazlarını kılmak üzere evlerinden çıktıklarında, Allâhü Teâlâ, meleklerine: ‘Ey meleklerim! Bir işçi, işini bitirince alacağı karşılık nedir?’ buyurur. Melekler, ‘Ey Rabb’imiz! Alacağı, ücretinin tam olarak ödenmesidir.’ buyururlar.
Allâhü Teâlâ, onlara: ‘Ey meleklerim! Sizleri şâhit tutuyorum ki onların Ramazan ayında tuttukları oruçların, kıldıkları namazların sevabı olarak ben de onlara rızâmı ve mağfiretimi veriyorum.’ buyurur. Sonra Allâhü Teâlâ: ‘Ey kullarım! Benden isteyin. İzzetime ve celâlime yemin ederim ki bugün dininiz veya dünyanız için benden ne isterseniz onu vereceğim.’ buyurur.”
Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:
- Sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.
- Sekerâtü’l-mevtte (ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.
- Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.
- Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihler ile beraber gölgelendiğinde.
- Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık, bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz olan Sırat Köprüsü’nden geçtiğinde.
Evliyâdan bir zât demiştir ki: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”
Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.
İslam
Arazi-toprak mahsullerinin zekâtı, öşür

Öşür arazisinden çıkan mahsûlün zekâtına, -onda bir (1/10) demek olan- öşür denilmiştir. Öşür; âyet, hadîs ve icmâ ile sabit bir farzdır. Âyet-i kerîmede (meâlen): “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkarmış olduğumuz şeylerin temiz (ve helâl) olanlarından (Allah yolunda) infâk ediniz (harcayınız)! Ve kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz kötü ve haram olan şeyi vermeye yeltenmeyiniz. Ve bilin ki Allah Ganî’dir (sadakalarınız sizin menfaatiniz içindir) ve Hamîd’dir (herkes, Allâh’a hamd ve şükür borçludur).” buyurulmuştur.
Bir arazi, yağmur, çay veya ırmak sularıyla sulanırsa mahsûlâtı onda bir nisbetinde; dalyanlar, dolaplar, hayvanlar veya satın alınacak sular ile bütün sene veya senenin yarısından fazla sulanırsa yirmide bir nisbetinde öşür verilir. Tohumlar veya işçi ücretleri vesair masraflar bundan düşülmez.
Öşürde, arazi sahibinin akıllı, bâliğ (ergin), zengin olması şart değildir. Öşürde itibar, arazi sahibine değil, araziyedir. Yani, mal sahibi; çocuk, deli veya fakir de olsa öşür ile mükelleftir. Arazide yılda kaç mahsul elde edilirse, hepsinden ayrı ayrı öşür vermek lâzımdır. Diğer malların zekâtında, malın-paranın üzerinden bir yıl geçmesi şart olduğu hâlde, mahsûllerde bir yıl geçmesi icap etmez. Bal, ceviz, susam, fındık, fıstık, çam fıstığı, payam (badem), zeytin, pamuk, palamut, pelit, keten tohumu, şeker kamışı, şeker pancarı, çay yaprağı, çayır otu, dut yaprağı, fesleğen yaprağı, buğday, mısır, pirinç, nohut, mercimek, bakla, fasulye, soğan, sarımsak, kavun, karpuz, salatalık, üzüm, incir, elma, armut, şeftali, erik gibi her türlü mahsulden ve yulaf, fiğ, burçak gibi her türlü hayvan gıdasından öşür verilir.
Öşrü verilen üzüm bağının içinde meyve ağaçları olsa veya bağ arasında soğan, sarımsak ekilse, o ağaçların meyvelerinden ve ekilenlerden de öşür vermek lâzımdır. Öşür arazisi içinde, ekilmediği hâlde kendiliğinden çıkan mahsulden de öşür verilir.
Hulasa, İmâm-ı Âzam Hazretleri: “Araziden elde edilen mahsulün azında da çoğunda da öşür farzdır.” buyurmuşlardır.
Yorumlar