İslam
Peygamber Efendimiz’in Yahudilerin Sorularına Verdiği Cevaplar

Yahudilerin haber verdiği soruları bu şekilde işitince Kureyşli Hişam oğlu Ebu Cehil ve Muğiyre oğlu Velid ve Mekkeli kafirler son derece sevindiler. O saygın, itibarlı beş yahudi bilginini yanlarına alıp Mekke şehrine geldiler. Kureyş kavminin çoğu biraraya toplandılar. Bir kişiyi gönderip Muhammed Mustafa (s.a.v.)’i getirttiler. Bu yirmi sekiz soruyu sordular. Peygamberimiz (s.a.v.) bu sorulara vereceği karşılığı bilmiyordu. Hiçbirini de işitmiş değildi. Ama Kureyşli kafirlere:
-Yarın bu sorularınıza cevap vereyim! dedi.
Lakin “İnşaAllah” dememişti. Cebrail (a.s.)’ın geleceğini ve bu soruların cevabını ona öğreteceğini, bundan sonra kafirlere cevap vereceğini umut ediyordu. Cebrail (a.s.) o gün gelmedi. Ertesi gün de gelmedi. Hazret-i Peygamber’in (s.a.v.) mübarek hatırları, Cebrail (a.s.)’ın gelmemesine çok üzüldü. Karma karışık oldu. O Medine Yahudileri, bundan çok sevindiler:
-Muhammed’e Rabbi kızdı, bu soruların karşılığını bildirmedi! (Haşa) o Kur’an deyip okuduğu kitabı kendisi söylüyormuş, deliymiş. Doğru yoldan sapmıştır! dediler.
Böylece onbeş gün geçti. Cebrail (a.s.) hala gelmedi. O on beş gün geçince Cebrail (a.s.) geldi. Hak Teala Hazreti’nden selam getirdi. Bu soruların cevaplarını Aayet-i Kerime ile bir bir bildirdi! önce şu ayeti okudu: “Güneş nuru hakkı için ve gecenin karanlığı hakkı için, ya Muhammed, Rabbin sana hiçbir zaman kızmadı. Senden vazgeçmedi!” (Duha suresi, ayet: 1-3)
Aşağıdaki ayetlerle Cenab-ı Hak yine şöyle buyurdu: “Dolanan yıldızlar hakkı için ant olsun ki, arkadaşınız azmadı. (Batıla düşmedi) kendi isteğine göre de konuşmuyor. Kur’an Allah’ın vahyine dayanan bir kitaptır.” (Necm suresi, ayet: 1-4)
Çünkü kafirler (Haşa): Muhammed azdı, babasının ve dedesinin dinini bıraktı, doğru yoldan çıktı demişlerdi. Bu Ayet-i Kerime o sözlere cevaptır:
-Yoldaşınız azmadı. Atası İbrahim (a.s.)’ın dinini terketmedi. Hem de söylediği sözleri kendisinden söylemez. Onun sözü Vahiy’dir ki onu ona Cebrail (a.s.) öğretir! demektir. Sonra da şu ayeti okudu: “Ey Muhammed! Bir şeyin yapılması yolunda sakın «Ben onu işlerim!» deme. Ancak İnşaAllah de.” (Kehf suresi, ayet: 23-24)
Evet bu Ayet-i Kerime ile yapılacak işlerde: Allah isterse (inşaAllah) kelimesinin gerektiği bildiriliyordu. Demek ki Cebrail (a.s.)’ın gelmemesi, İnşaAllah sözünün söylenilmemesiydi. Böylece Hazret-i Muhammed (s.a.v.) sorulanların hepsinin karşılığını verdi. Biz de bu soruların cevabını başından sonuna kadar zikredelim…
Vakta ki Cebrail (a.s.) geldi ve bu soruların karşılığını Hz. Muhammed (s.a.v.)’e bildirdi, Peygamberimiz’in (s.a.v.) hatırı hoş oldu. Ferahlandı. O kafirleri katına çağırdı:
-Ey kafirler, dedi, istediğiniz sorulara birer birer cevap vereyim. İlk sorunuz şu idi ki: Allahü Teala’nın sıfatı nedir? Açıkla dediniz. Siz bilmelisiniz ki, Allahü Teala’yı vasfeylemek ve O’nu birşeye benzetmek olur bir iş değildir. Bundan başka, Allahü Teala kendi kendisini anlatmıştır! diye buyurdu. Sonra şu sureyi okudu: “Kul hüvallahü Ehad. Allahü’s-Samed. Lem yelid ve lem yûled ve lem yekün lehû küfüven Ehad.” (İhlas suresi ayet: 1-4)
Ve şöyle buyurdu: Kul hüvallahü ehad’in manası şudur: -Ey Muhammed! De ki; O Allah ki bir’dir, ortağı yoktur. -Allahü’s-samed -O, yemez, içmez. -Lem yelid -O kimseyi doğurmadı ki mülkünü miras eyleye! -Ve lem yûled -Hem de kimseden doğmadı ki babası olup ona miras kala. -Ve lem yckün lehû küfüven ehad -Ona benzer kimse yoktur ki ululukta, üstün gelebilsin.
Ali bin Ebi Talib (Allah ondan razı olsun) şöyle der:
-Bir kişi, sabah namazından sonra onbir kez İhlas suresini okursa şeytan ne kadar uğraşsa, o gün o kişiye günah işlettiremez.
Enes bin Malik (Allah ondan razı olsun) de şöyle demiştir:
-Allah’ın Rasulü (s.a. v.) şöyle buyurdu ki;
-“Her biriniz Kur’an’ı hatmedip yatağa yatmak elinizden gelmez mi?” Ashab-kiram:
“Kur’an’ı bir gecede hatmetmek kimin elinden gelir?” dediler. O zaman Resul Ekrem (s.a.v.):
-“Bir kişi ki üç kere Kulhü vallahü ehad suresini okursa Kur’an’ı tamam hatmetmiş olur!”diye buyurdu.
ResuI-i Ekrem o cevapları verince, Ebu Cehil Yahudilerin yüzüne baktı. Cevabın bu olmadığını söyleyeceklerini umuyordu. Yahudiler bir ağızdan:
-Gerçektir ya Muhammed! dediler. Tevrat’ta da cevap budur.
Ebu Cehil bu cevabı işitince perişan oldu.
İkinci sorunun cevabı: Şudur: Yahudiler: -Ya Muhammed: dediler. Bize söyle ki senin Rabbin ne iştedir? Cebrail (a.s.) şu ayeti okudu: ” De ki ey mülkün sahibi olan Allah´ım! Dilediğine mülk verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın; dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltırsın. Hayır, yalnız senin elindedir. Gerçekten sen, herşeye gücü yetensin.»” (Ali İmran suresi, ayet: 26)
Üçüncü sorunun cevabı şudur: Yahudiler sordu:
-Hak Teala bu cihanı kaç günde yarattı? Resul-i Ekrem şu cevabı verdi.
-Allahü Teala, bu cihanı altı günde yarattı. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurur: “Biz gökleri ve yerleri ve dahi Yer ile Gök’ün arasında neler varsa, hepsini, altı günde yarattık.” (Kaf suresi, ayet: 38)
O altı gün bu cihanın altı bin yılı kadardır. Nitekim Cenab-ı Hakk şöyle buyurmuştur: “Bir gün senin Rabbinin katında, ey Muhammed, şimdi saydığınız günlerin bin yılı kadardır.” Din bilginlerinden şöyle rivayet edilmiştir ki Hak Sübhanehu Teala o Kalemi, ondan sonra Levhi yarattı.
Kalem’e:
-Yaz Kalem! Diye buyurdu.
Bunun üzerine Kalem yazmağa başladı. Sonra, yerleri, gökleri ve yıldızları, ayı, güneş’i yarattı. Sonra da felek dönmeğe başladı. Bunun üzerine altı gün geçti, eğer dileseydi, Hak Teala bu varlığı bu kainatı bir gün içinde yaratırdı. Ama zamanla yarattığı şundan ötürüdür ki, kullarının hakim olan kimseye münasip olan işin düşünceyle, fikirle işlenmesini bilmeleridir, acele edilmemelidir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle gelmiştir: ” Tezlik, ivmek (acele etmek) Şeytan işidir. Ağır durmak Rahman işidir.” Bunun manası, acele işi şeytan yaratır ve akıllıca hareketi Rahman yaratır demek değildir, ta kafirler mezhebi olursa böyledir. Ama manası şudur ki Şeytan aceleyi sever, ve işi ağır almak da şudur ki Allahü Teala kararlı hareketi sever. Bu şu hal gibidir ki, Musa (a.s.) hikayesinde, O, Kıbti’yi öldürdüğü vakit:
-Bu bir Şeytan işidir! demişti. Oysa, o iş Musa (a.s.)’ındı. Bundaki mana:
-Bu şeytanın sevdiği ve dilediği işlerdendir! demektir. Şeytan böyle işle sevinir, şad olur. Şeytanın elinden bir iş geleceği yolunda anlaşılmasın. Peygamberimiz (s.a.v.) :
-İvmeli (Acele) iş mubah değildir. Ancak dört şeyde tez iş mubahtır:
1-Kızı ere vermekte, 2-Ölüyü gömmekte 3-Konuğa yemek vermekte, 4-Biri de tevbe etmektedir.
Peygamber (s.a.v.) Yahudilerin üçüncü sorusunu şöyle tamamladı.
-Allahü Teala pazar gününü yarattı ki bu yolda ta Cuma gününün son saatine kadar günleri yarattı. Böylece yerle göğün arasında yaratılanlar tamamlanmış, bütünlenmiş oldu. Kaynak: a.g.e. S. 25
İslam
Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Resûlullah’ın (a.s.m.) haklarında, “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hidayete erişirsiniz.”buyurdukları sahabilerin her biri bizler için ibret ve örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabiden alacağımız dersler vardır. Mus’ab bin Umeyr de (r.a.) bu mümtaz insanlardan biridir.
Bu yıldız sahabi, İslam’ı kabul etmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı simalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab, çok zengin, müreffeh ve gösterişli bir hayat yaşıyordu. Anne ve babası, bir dediğini iki etmiyordu. Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tebliğ ettiği dinden haberdar oldu. İçine bir merak düştü ve Hz. Peygamber’i ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başladı. Biraz sohbetten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab, müşrik olarak geldiği Resûlullah’ın huzurundan artık bir Müslüman olarak çıkmıştı. Ama muhitinden çekindiği için bir müddet bunu gizledi. Namazlarını gizli gizli kıldı.
Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeliler tarafından, sırf İslam’ı kabul ettiği için türlü baskı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Hapsedildi. Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken Mus’ab (r.a.) yanlarına geldi. Selam verdi. Sahabiler, ona gereken şekilde yardımcı olamadıkları için mahcuptular. Peygamberimiz, Mus’ab’ın selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Resûl’ünün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Resûlünü anne ve babasına tercih etti.”
Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr, hakikaten her şeyini Allah ve Resûl’ü uğrunda feda etmişti—evini, şaşaalı hayatını, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini, babasını…
Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Resûlullah (a.s.m.) tarafından, İslam’ın Medine’deki ilk tebliğcilerinden biri olarak vazifelendirildi.
Birinci Akabe Biatı’nı takiben Medine’de İslam süratle yayılmaya başlayınca, buradaki yeni Müslümanlar, Hz. Peygamber’den (a.s.m.), İslam’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsali sahabi, birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Böylece Es’ad’ın evi bir İslam dershanesi hâline geldi. Burası öyle feyizli bir yerdi ki, gelen, Müslüman oluyordu.
Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine’de Cuma namazı kılmak istediler. Durumu Resûlullah’a (a.s.m.) bildirerek iznini aldılar. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.
Bilahare Hz. Mus’ab, Mekke’ye gelerek Resûlullah’ı ziyaret etti ve Medine’deki İslami inkişafı anlattı. Bu ziyaretten haberdar olan Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:
“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”
Mus’ab’ın cevabı ise şu idi:
“Ben Resûlullah’tan (a.s.m.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”
Daha sonra Peygamberimizin iznini alarak annesinin yanına giden Mus’ab, onun, “Hâlâ batıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşılaştı. Şöyle bir cevap verdi:
“Anneciğim, ben Muhammed’in (a.s.m.) dini üzereyim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.”
Ve şunları ilave etti:
“Benim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Resûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”
Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleyerek teklifini reddetti.
Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.
Daha sonra bir müddet Mekke’de Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında kalan Mus’ab, bilahare Medine’ye döndü. Mekke’de bulunduğu esnada bir gün, Hz. Peygamber, onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahabilere, “Bu zatı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”
Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şekilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Resûlullah tarafından İslam sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraftan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nazil olan şu âyeti okuyordu:
“Muhammed bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?”
Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab, bir ara “İbni Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline aktaran Mus’ab, o elini de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle yakalayarak göğsünde tutmaya çalıştı. Hemen bir sahabi yetişerek sancağı devraldı. Bu, bir melekti. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Resûlullah, melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Resûlallah!”cevabını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:
“Müminlerden Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehitliğe kavuştu, kimi de böyle güzel bir akıbeti beklemektedir. Onlar sözlerini hiçbir surette değiştirmemişlerdir.”
Bu büyük sahabi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Mus’ab, her şeyden ziyade sevdiği Allah’ına böyle kavuştu.
Allah ondan ebeden razı olsun.
İslam
Beş hakîkî bayram

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Bayram günü sabah vaktinde Allâhü Teâlâ, meleklerini yeryüzünün her tarafına gönderir. Her bir melek, bir sokağın başına geçerek: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Kerem sahibi Rabb’inizin huzuruna çıkın. Çünkü o, bol bol veriyor ve büyük günahları bağışlıyor.’ der. Bunu, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûkat duyar. İnsanlar bayram namazlarını kılmak üzere evlerinden çıktıklarında, Allâhü Teâlâ, meleklerine: ‘Ey meleklerim! Bir işçi, işini bitirince alacağı karşılık nedir?’ buyurur. Melekler, ‘Ey Rabb’imiz! Alacağı, ücretinin tam olarak ödenmesidir.’ buyururlar.
Allâhü Teâlâ, onlara: ‘Ey meleklerim! Sizleri şâhit tutuyorum ki onların Ramazan ayında tuttukları oruçların, kıldıkları namazların sevabı olarak ben de onlara rızâmı ve mağfiretimi veriyorum.’ buyurur. Sonra Allâhü Teâlâ: ‘Ey kullarım! Benden isteyin. İzzetime ve celâlime yemin ederim ki bugün dininiz veya dünyanız için benden ne isterseniz onu vereceğim.’ buyurur.”
Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:
- Sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.
- Sekerâtü’l-mevtte (ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.
- Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.
- Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihler ile beraber gölgelendiğinde.
- Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık, bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz olan Sırat Köprüsü’nden geçtiğinde.
Evliyâdan bir zât demiştir ki: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”
Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.
İslam
Arazi-toprak mahsullerinin zekâtı, öşür

Öşür arazisinden çıkan mahsûlün zekâtına, -onda bir (1/10) demek olan- öşür denilmiştir. Öşür; âyet, hadîs ve icmâ ile sabit bir farzdır. Âyet-i kerîmede (meâlen): “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkarmış olduğumuz şeylerin temiz (ve helâl) olanlarından (Allah yolunda) infâk ediniz (harcayınız)! Ve kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz kötü ve haram olan şeyi vermeye yeltenmeyiniz. Ve bilin ki Allah Ganî’dir (sadakalarınız sizin menfaatiniz içindir) ve Hamîd’dir (herkes, Allâh’a hamd ve şükür borçludur).” buyurulmuştur.
Bir arazi, yağmur, çay veya ırmak sularıyla sulanırsa mahsûlâtı onda bir nisbetinde; dalyanlar, dolaplar, hayvanlar veya satın alınacak sular ile bütün sene veya senenin yarısından fazla sulanırsa yirmide bir nisbetinde öşür verilir. Tohumlar veya işçi ücretleri vesair masraflar bundan düşülmez.
Öşürde, arazi sahibinin akıllı, bâliğ (ergin), zengin olması şart değildir. Öşürde itibar, arazi sahibine değil, araziyedir. Yani, mal sahibi; çocuk, deli veya fakir de olsa öşür ile mükelleftir. Arazide yılda kaç mahsul elde edilirse, hepsinden ayrı ayrı öşür vermek lâzımdır. Diğer malların zekâtında, malın-paranın üzerinden bir yıl geçmesi şart olduğu hâlde, mahsûllerde bir yıl geçmesi icap etmez. Bal, ceviz, susam, fındık, fıstık, çam fıstığı, payam (badem), zeytin, pamuk, palamut, pelit, keten tohumu, şeker kamışı, şeker pancarı, çay yaprağı, çayır otu, dut yaprağı, fesleğen yaprağı, buğday, mısır, pirinç, nohut, mercimek, bakla, fasulye, soğan, sarımsak, kavun, karpuz, salatalık, üzüm, incir, elma, armut, şeftali, erik gibi her türlü mahsulden ve yulaf, fiğ, burçak gibi her türlü hayvan gıdasından öşür verilir.
Öşrü verilen üzüm bağının içinde meyve ağaçları olsa veya bağ arasında soğan, sarımsak ekilse, o ağaçların meyvelerinden ve ekilenlerden de öşür vermek lâzımdır. Öşür arazisi içinde, ekilmediği hâlde kendiliğinden çıkan mahsulden de öşür verilir.
Hulasa, İmâm-ı Âzam Hazretleri: “Araziden elde edilen mahsulün azında da çoğunda da öşür farzdır.” buyurmuşlardır.
Yorumlar