İslam
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Yahudiler’e Verdiği Cevaplar (2)

Yahudiler, şu soruyu sordular: -Bu altı günün içinde Hak Teala ne yarattı? Ve her günde ne gibi şeyi yarattı? Peygamber (a.s.):
-Pazar ve pazartesi günlerinde Allahü Teala yerleri ve onda olan yararlı, yararsız şeyleri yarattı. Salı günü ise dağları ve dağlarda olan faydalı, faydasız şeyleri yarattı. Çarşamba günü ağaçları, suları ve geri kalan bitkileri (Nebatları) yarattı. Bu dört günün ikisinde bütün Yer’i ve öteki ikisinde Yer’de ne gibi şeyler varsa yarattı. Böylece bunlar tamam oldu. Hak Teala Kur’an’da şöyle buyurdu: “Ey Muhammed! De ki, bu Yeri iki günde yaratanı siz inkarı mı ediyorsunuz, gerçekten kafir mi oluyorsunuz? ve O’na eşler mi koşuyorsunuz? O, bütün alemlerin, evrenlerin sahibi ve Rabbidir.” (Fussilet suresi, ayet: 9) Yine şöyle buyurdu:
-Sizin tapındığınız sanemlerinizin (putlarınızın) ellerinden, O’nun kudretinde olan şeyler gelmez. Ve, O, yerlerin üzerinde yüksek dağlar yarattı, ta ki yer sağlam ola. O dağlarda bereket koydu, bitkiler çıkarttı, ta ki o bitkilerden halka yarar gelsin diye! Bu yaratıkları ve bu rızıkları dört günde meydana getirdi. Allah’tan rızık isteyenleri, istemeyenleri hepsini beraber kıldı.Tefsir sahibi Mukaatil bin Süleyman Ra’d suresindeki şu ayette: “Allah, dilediğini ortadan kaldırır, mahveder(siler), dileğini geri bırakır. Ana kitap (Levh’i mahfuz) O’nun katındadır.” Ayetinin tefsirinde Rasûlüllâh (s.a.v.)’den şu haberi bildirmiştir.
-“Allahü Teala dilediğini mahveder, dilediğini bırakır, amma dört şey bunun dışındadır. Bu dört şey ne değiştirilir, ne de başkalaştırılır. Bunlar da; 1) Rızık, 2) Ecel, 3) Saadet ve 4) Saadetsizlik, talihsizliktir.
Yahudiler:
-Doğru, gerçek söyledin, Ya Muhammed! dediler. Tevrat’ta da sen ne diyorsan öyle yazılmıştır! dediler.
Yahudi bilginleri yine dördüncü sorularını sordular:
-Perşembe ve Cuma günleri, Allah, hangi şeyleri yarattı? Peygamber (s.a.v.) şu cevabı verdi:
-Perşembe günü, Allahü Teala gökleri, Arşı, kürsiyi yarattı. Cuma gününün öncesinde ta üçüncü saat tamamlanıncaya kadar, ay ve güneşi ve melekleri yarattı. Dördüncü ve beşinci saatte hiçbir şey yaratmadı ve bu iki saatte bu cihan Meleklerin elindeydi. Altıncı saatte -ki o günün yarısıydı-ta Cuma gününün son saatine kadar, Allah, Adem peygamberi yarattı ve Meleklere Adem’e secde edin, buyruğunu verdi: Melekler de ona secde ettiler. Adem (a.s.) Cennet’e girdi. Cuma gününün son saatı geçince de Cennetten çıktı. Bu, onun işlediği günahtan ötürü olmuştu. Yahudiler bu cevaba da:
-Doğrudur, Tevratta da böyledir dediler. Yahudiler sonra:
-Cumartesi günü, Allah, ne yarattı? Diye sordular. Peygamber (a.s.)’da:
-O gün hiçbir şey yaratmadı. Dünyanın halkı o gün tamam olmuştu! dedi. Yahudiler de:
-Tevrat’ta da böyledir. Cumartesi Yaradan dinlendi! Rahat oldu! dediler.
Peygamber (s.a.v.) bu sözleri işitince kızdı:
-Yalan söylüyorsunuz, dedi. Allahü Teala’ya yorulma ve dinlenme diye bir şey yoktur. Yüce Yaradan yorulma ve aciz olmaktan beridir Allahü Teala şu ayeti gönderdi dedi ve: “Biz gökleri ve yerleri ve bunlarda olan her şeyi altı günde yarattık! Ve bize ne yorgunluk, ne de uyuşukluk arız oldu.” (Kaf suresi, ayet: 38)
Yine Allahü Teala bir ayette şöyle buyurmuştur: “Allahü Teala her vakitte yaratır ve icat eder.” (Rahman suresi ayet: 39) Ve sözlerine şunları ekledi:
-Yüce Yaradan, kimi kişiyi ana karnından bu aleme getirir, kimini öldürür, bu dünyadan Yer’in karnına yollar. Kimini aziz eder, kimisini zelil eder. Kimini zengin, kimini fakir eder ve hiçbir kez yaratmaktan ve icat etmekten geri kalmaz. Çünkü, Allahü Teala’ya yorulmak ve usanmak gelmez.
- Din bilginleri dünyanın yaratılışında fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Kimileri: -Önce Yer yaratıldı, sonra Gök yaratıldı! demişlerdir. Şundan ötürü ki Kur’an-ı Kerim’de buna işaret vardır. Nitekim Hak Sübhanehu ve Teala şöyle buyurdu: “Sizi yaratmam mı zorcadır, yoksa bu gökleri yaratmak mı? onu ancak Allah inşa etmiştir. Bu gökleri ki yaratılanlar üzerine gölgelik kıldı ve yüceltti ve doğru getirdi, öyleki doğudan batıya dek baksan onda hiç iniş ve yokuş, yükseklik ve alçak şey bulamazsın. Göğün kara gecesini yarattı, o kara geceden aydınlık gündüz çıkarttı.” (Naziat suresi, ayet: 27, 28, 29) Ondan sonra da şöyle buyurdu: “Allah yeri göğün altında döşedi.” (Naziat suresi, ayet: 30) İşte bu ayet onların sözlerine delildir ki, Allahü Teala göğü yerden önce yarattı. Yine derler ki, Yüce Allah Teâlâ Hazretleri Kalem’i yarattı, ki o bir cevherdir, uzunluğu 500 yıllık yoldur, onun başı Arş’a bağlıdır. İçi mücevver, boştur. İçinden nur çıkar. Olmuş, olacak şeyler, olaylar ise Levh’te yazılıdır. Her harfinin büyüklüğü kaf dağı kadar vardır. Allahü Teala Levh’i yarattığı zaman onu ak inciden, çevresini kızıl yakuttan yarattı. O, gözün alabildiği kadar sonsuz bir sahradır. Vasfını Allahü Teala’dan başka kimse bilmez. Her gün, 360 türlü renge girer…
- Kaynak: a.g.e. ; s. 29
İslam
Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Resûlullah’ın (a.s.m.) haklarında, “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hidayete erişirsiniz.”buyurdukları sahabilerin her biri bizler için ibret ve örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabiden alacağımız dersler vardır. Mus’ab bin Umeyr de (r.a.) bu mümtaz insanlardan biridir.
Bu yıldız sahabi, İslam’ı kabul etmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı simalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab, çok zengin, müreffeh ve gösterişli bir hayat yaşıyordu. Anne ve babası, bir dediğini iki etmiyordu. Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tebliğ ettiği dinden haberdar oldu. İçine bir merak düştü ve Hz. Peygamber’i ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başladı. Biraz sohbetten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab, müşrik olarak geldiği Resûlullah’ın huzurundan artık bir Müslüman olarak çıkmıştı. Ama muhitinden çekindiği için bir müddet bunu gizledi. Namazlarını gizli gizli kıldı.
Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeliler tarafından, sırf İslam’ı kabul ettiği için türlü baskı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Hapsedildi. Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken Mus’ab (r.a.) yanlarına geldi. Selam verdi. Sahabiler, ona gereken şekilde yardımcı olamadıkları için mahcuptular. Peygamberimiz, Mus’ab’ın selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Resûl’ünün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Resûlünü anne ve babasına tercih etti.”
Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr, hakikaten her şeyini Allah ve Resûl’ü uğrunda feda etmişti—evini, şaşaalı hayatını, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini, babasını…
Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Resûlullah (a.s.m.) tarafından, İslam’ın Medine’deki ilk tebliğcilerinden biri olarak vazifelendirildi.
Birinci Akabe Biatı’nı takiben Medine’de İslam süratle yayılmaya başlayınca, buradaki yeni Müslümanlar, Hz. Peygamber’den (a.s.m.), İslam’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsali sahabi, birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Böylece Es’ad’ın evi bir İslam dershanesi hâline geldi. Burası öyle feyizli bir yerdi ki, gelen, Müslüman oluyordu.
Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine’de Cuma namazı kılmak istediler. Durumu Resûlullah’a (a.s.m.) bildirerek iznini aldılar. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.
Bilahare Hz. Mus’ab, Mekke’ye gelerek Resûlullah’ı ziyaret etti ve Medine’deki İslami inkişafı anlattı. Bu ziyaretten haberdar olan Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:
“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”
Mus’ab’ın cevabı ise şu idi:
“Ben Resûlullah’tan (a.s.m.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”
Daha sonra Peygamberimizin iznini alarak annesinin yanına giden Mus’ab, onun, “Hâlâ batıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşılaştı. Şöyle bir cevap verdi:
“Anneciğim, ben Muhammed’in (a.s.m.) dini üzereyim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.”
Ve şunları ilave etti:
“Benim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Resûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”
Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleyerek teklifini reddetti.
Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.
Daha sonra bir müddet Mekke’de Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında kalan Mus’ab, bilahare Medine’ye döndü. Mekke’de bulunduğu esnada bir gün, Hz. Peygamber, onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahabilere, “Bu zatı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”
Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şekilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Resûlullah tarafından İslam sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraftan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nazil olan şu âyeti okuyordu:
“Muhammed bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?”
Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab, bir ara “İbni Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline aktaran Mus’ab, o elini de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle yakalayarak göğsünde tutmaya çalıştı. Hemen bir sahabi yetişerek sancağı devraldı. Bu, bir melekti. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Resûlullah, melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Resûlallah!”cevabını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:
“Müminlerden Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehitliğe kavuştu, kimi de böyle güzel bir akıbeti beklemektedir. Onlar sözlerini hiçbir surette değiştirmemişlerdir.”
Bu büyük sahabi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Mus’ab, her şeyden ziyade sevdiği Allah’ına böyle kavuştu.
Allah ondan ebeden razı olsun.
İslam
Beş hakîkî bayram

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Bayram günü sabah vaktinde Allâhü Teâlâ, meleklerini yeryüzünün her tarafına gönderir. Her bir melek, bir sokağın başına geçerek: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Kerem sahibi Rabb’inizin huzuruna çıkın. Çünkü o, bol bol veriyor ve büyük günahları bağışlıyor.’ der. Bunu, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûkat duyar. İnsanlar bayram namazlarını kılmak üzere evlerinden çıktıklarında, Allâhü Teâlâ, meleklerine: ‘Ey meleklerim! Bir işçi, işini bitirince alacağı karşılık nedir?’ buyurur. Melekler, ‘Ey Rabb’imiz! Alacağı, ücretinin tam olarak ödenmesidir.’ buyururlar.
Allâhü Teâlâ, onlara: ‘Ey meleklerim! Sizleri şâhit tutuyorum ki onların Ramazan ayında tuttukları oruçların, kıldıkları namazların sevabı olarak ben de onlara rızâmı ve mağfiretimi veriyorum.’ buyurur. Sonra Allâhü Teâlâ: ‘Ey kullarım! Benden isteyin. İzzetime ve celâlime yemin ederim ki bugün dininiz veya dünyanız için benden ne isterseniz onu vereceğim.’ buyurur.”
Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:
- Sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.
- Sekerâtü’l-mevtte (ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.
- Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.
- Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihler ile beraber gölgelendiğinde.
- Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık, bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz olan Sırat Köprüsü’nden geçtiğinde.
Evliyâdan bir zât demiştir ki: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”
Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.
İslam
Arazi-toprak mahsullerinin zekâtı, öşür

Öşür arazisinden çıkan mahsûlün zekâtına, -onda bir (1/10) demek olan- öşür denilmiştir. Öşür; âyet, hadîs ve icmâ ile sabit bir farzdır. Âyet-i kerîmede (meâlen): “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkarmış olduğumuz şeylerin temiz (ve helâl) olanlarından (Allah yolunda) infâk ediniz (harcayınız)! Ve kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz kötü ve haram olan şeyi vermeye yeltenmeyiniz. Ve bilin ki Allah Ganî’dir (sadakalarınız sizin menfaatiniz içindir) ve Hamîd’dir (herkes, Allâh’a hamd ve şükür borçludur).” buyurulmuştur.
Bir arazi, yağmur, çay veya ırmak sularıyla sulanırsa mahsûlâtı onda bir nisbetinde; dalyanlar, dolaplar, hayvanlar veya satın alınacak sular ile bütün sene veya senenin yarısından fazla sulanırsa yirmide bir nisbetinde öşür verilir. Tohumlar veya işçi ücretleri vesair masraflar bundan düşülmez.
Öşürde, arazi sahibinin akıllı, bâliğ (ergin), zengin olması şart değildir. Öşürde itibar, arazi sahibine değil, araziyedir. Yani, mal sahibi; çocuk, deli veya fakir de olsa öşür ile mükelleftir. Arazide yılda kaç mahsul elde edilirse, hepsinden ayrı ayrı öşür vermek lâzımdır. Diğer malların zekâtında, malın-paranın üzerinden bir yıl geçmesi şart olduğu hâlde, mahsûllerde bir yıl geçmesi icap etmez. Bal, ceviz, susam, fındık, fıstık, çam fıstığı, payam (badem), zeytin, pamuk, palamut, pelit, keten tohumu, şeker kamışı, şeker pancarı, çay yaprağı, çayır otu, dut yaprağı, fesleğen yaprağı, buğday, mısır, pirinç, nohut, mercimek, bakla, fasulye, soğan, sarımsak, kavun, karpuz, salatalık, üzüm, incir, elma, armut, şeftali, erik gibi her türlü mahsulden ve yulaf, fiğ, burçak gibi her türlü hayvan gıdasından öşür verilir.
Öşrü verilen üzüm bağının içinde meyve ağaçları olsa veya bağ arasında soğan, sarımsak ekilse, o ağaçların meyvelerinden ve ekilenlerden de öşür vermek lâzımdır. Öşür arazisi içinde, ekilmediği hâlde kendiliğinden çıkan mahsulden de öşür verilir.
Hulasa, İmâm-ı Âzam Hazretleri: “Araziden elde edilen mahsulün azında da çoğunda da öşür farzdır.” buyurmuşlardır.
Yorumlar