İslam
Nübüvvet’in İlk Yıllarında Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) Sorulan Sualler

Cenab-ı
Hak Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur: "Kıyamet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir. Rahimlerde bulunanı O bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah şüphesiz bilendir. Her şeyden haberdardır." (Lokman suresi,
Âyet: 34)
Bunların hepsinin bilgisi Allahü Teala katındadır. Allah'tan başka kimse bu beş türlü sırra vakıf değildir.
Haberde şöyle gelmiştir ki;
Ahir Zaman Peygamberi (s.a.v.) kendisine peygamberlik eriştiği zaman Mekke halkını İslam dinine çağırdı ve:
-Ben Hak Teala’nın peygamberiyim! Bana Kur’an indi. O, Hak Teala’nın sözüdür. Bilin ki sizin dininiz batıldır. Benim dinime yönelin. Kur’an’a inanın ve benim peygamberliğime iman getirin! dedi.
Bu söz Mekke kafirlerinin çok gücüne gitti. Dinlerine Batıl denilmesinden arlandılar, utandılar.Elbirliği edip Hazret-i Muhammed (s.a.v.)’in üzerine yürüdüler ve şöyle dediler:
-Haşa! ey Muhammed! Sen yalancı bir kişisin. Bu Kur’an diyerek okuduğun da kendi sözündür. Sen bunları kendiliğinden söylüyorsun. Bu Allah sözü değildir…
Hazret-i Muhammed (s.a.v.) de:
-Ey kafirler, dedi. Ben sizin aranızda büyüdüm. Kimseden okuma öğrenmedim. Bu söz eğer benim sözüm ise, siz de buna benzer söz getirin, görelim. Eğer getiremezseniz Allah’ın gazabından, kızgınlığından korkunuz. Eğer getirirseniz Allah’ın hışmından korkmak gereksiz, Kur’an’a inanmak gereksiz ve bana iman getirmek gereksizdir! dedi.
Kureyş kafirleri, Mekke’nin kafirleriyle söz birliği edip bir araya geldiler, ne kadar çalıştılarsa da Kur’an’a benzer bir söz söylemekten aciz-yoksun kaldılar. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmuştur: “Eğer, bizim kulumuzun üzerine indirdiğimiz Kur’an’dan şüphe ederseniz, siz de ona benzer bir sure getirin. Eğer bu sözünüzde gerçek olursanız varın, Allahü Teala’yı bırakıp tanrı diye taptığınız putlardan yardım isteyin.” (Bakara suresi ayet: 23)
Vakta ki Mekkeli kafirler bu sözden aciz kalınca Mekke eşrafından Ebucehil ve Velid bin Muğîre gayrete düştüler. Çünkü öncelerden bizim Peygamberimiz ile Ebu Cehl arasında bir mesele vardı. Bundan ötürü kafirler bir araya geldiler. Biri birlerine danışıp konuştular ve:
-Madem ki Muhammed bizimle tartışmaya girdi, bahse tutuştu, Medine ulularına adam gönderelim. Çünkü orada yahudiler çoktur. Tevrat’ın içinden zor sorular çıkaralım, Muhammed’e soralım. Biz de onu cevap vermekte aciz hale getirelim! Kavgasından vaz geçirelim! dediler. Bu söz birliği ile Velid ve Ebu Cehil (Aleyhimellane) yerlerinden kalktılar. Nice adamları kendilerine uydurdular. Medine’ye gelen kafirlere Hz. Muhammed’in (s.a.v.) halini bildirdiler. Onu peygamberlik davası edip, Kuran’la kendilerini zebun ettiğini söylediler. Hayberli yahudilere, Kurayza kabilesi Yahudilerine ve Vadiyü’l-Kura Yahudilerine de elçiler gönderdiler. Onları topladılar, bir araya getirdiler. Ebu Cehil onlara şöyle dedi:
– İçimizden biri çıktı. Adına Muhammed diyorlar. Peygamberlik davası ediyor. “Benim dinimden başka dinler batıldır!” diyerek bizi kendi dinine çağırıyor ve kendi Tanrısının sözleridir, diyerek acayip sözler söylüyor. Bizi onlara benzer söz söylemediğimizden ötürü acze düşürdü. İşte bundan ötürü size baş vurduk! Size gökten kitap inmiştir. bize inmemiştir. O kitabınıza bakın, Muhammed’in sorularından daha zor sorular çıkarın. Bize öğretin. Biz de varalım. O soruları Muhammed’e soralım. Biz de onu aciz kılalım ve kendisini o davasından vaz geçirtelim! dediler.
Böylece o yahudi bilginleri bir araya geldiler. Tevrat’ı baştan sona karıştırdılar, okudular. Tevrat’ın içerisinden yirmi sekiz mesele çıkardılar. Ebu Cehil’e ve yanındaki kafirlere o soruları öğrettiler. Sonra:
-Yarın, bu soruları ben peygamberim diyen kimseye sorun! dediler. Eğer karşılık verebilirse, sözüne inanın ki Hak Peygamber’dir. Çünkü peygamber olmayan hiçbir kişi bu sorulara cevap veremez. Çünkü cevap vermezse rüsvay olur. O sözlerinden vaz geçer. Siz de artık tekin olabilirsiniz: Ebu Cehil:
-Hoş söylediniz! Ama bu sorulara hiç kimse cevap verecek durumda değildir. Fakat bizim bir zorluğumuz var, dedi. Yahudiler: -Nedir O? diye sordular. Ebu Cehil de: -O Muhammed dediğimiz kişi her sözün kolayını bilen kişidir. Eğer kendi aklına göre, kendi zannına göre bir cevap vermek isterse, biz Tevrat'taki soruların cevabının ne olduğunu bilmeyiz. Cevap bu değildir! diye onu nasıl bileceğiz? Yapılacak iş şudur ki, bizim yanımıza son derecede iyi bilgili kişilerinizden birkaç kişi verin ki Muhammed cevap vermek isteyince, Cevap, bu değildir. Yalan söyledin! diyerek gülüp gürültü çıkaralım. Muhammed'i bu suretle susturalım! dediler. Ebu Cehil'in bu sözünü çok güzel buldular. Yahudilerin bilgili kişilerinden beş kişi seçtiler ki, o zamanda Yahudilerin içinde o beş kişiden daha bilgin kimse yoktu. Birinin adına Eş'ab oğlu Malik derlerdi. İkincisinin adı, Hafi oğlu Ka'ab'dı. Üçüncüsünün adına Sa'ad oğlu Esves denirdi. Dördüncüsü: Enap adında biriydi ve beşincisi de onun oğlu Kuds'tü. Yahudiler bu beş kişiyi seçtikten sonra: -Aramızda bunlardan daha bilgili kimse yoktur! Yarın, sorularınızı sorun. Cevap verdiğinde, eğer yanlış cevap verirse, Cevap bu değildir! desinler ve eğer cevap verebilirse: O gerçek peygamberdir, inanın... Ve o 28 sorunun Birincisi şudur: dediler, * Sorun o Muhammed'e ki "Ben O'nun peygamberiyim." dediği Allah'ın sıfatı nicedir? * İkinci soruyu Muhammed'den sorun ki, Allah ne iştedir? Ne iş yapar? * Üçüncü soruyu sorun ki, Allahü Teala bu cihanı kaç günde yaratmıştır? Ve ne kadar zaman geçince harap olacaktır? Eğer bu sorulara cevap verirse ona şu Dürdüncü soruyu sorun: * Bu göklerin adedi kaçtır? Ve Hak Teala Arş'ı, Kürsi'yi, Levh'i ve Kalem'i neden yarattı? Bu yıldızların sayısı kaçtır? Yürüyeni, yürümeyip duranı kaçtır? Ve her yıldız hangi Felek'tedir? Yürüyüşleri nicedir? Onlardan Ademoğluna ne gibi şey meydana gelir. Duran yıldızların işleri neledir? Ve yürüyenlerin işleri nedir? * Ona şu Beşinci soruyu sorun ki Hak Teala bu Ay'ı, bu Güneş'i ve yıldızları ne gibi bir nesneden yaratmıştır? Sonra bunları nereye götürür, hem bunlar ki dolanırlar, nereye giderler? Duracak yerleri nerededir? Ve yine ne yolda doğarlar? Ona Altıncı soruyu da sorun ki, * Kıyamet ne zaman kopacaktır? Bu Cihanın ne kadar vakti geçmiştir ve ne kadar vakti kalmıştır. Yedinci soruyu da şöyle sorun ki, * Kafdağı nice bir dağdır ve nerededir? Hak Teala o dağı niçin yaratmıştır? Sekizinci soruyu da sorun ki * Ceblısa ve Ceblika ne nesnedir? ve nerededir? Orada olan yaratıkların sıfatları nedir? Bunlar ne din tutarlar? Yedikleri, içtikleri nedir? Kendilerinin halleri ve dirlikleri nasıldır? Dokuzuncu soruyu da ona sorun ki şudur * Ye'cüc ve Me'cüc ne gibi kişilerdir? Nerede otururlar? Ne din tutarlar? Ne vakit çıkarlar? Bunlar ne yerler, ne içerler? Sıfatları ve dirlikleri, yaşayışları nasıldır? O seddi ki İskender-i Zülkarneyn yapmıştır? Onunla Ademoğlu'nun aralığı ne kadardır? O Zülkarneyn'in dedikleri nedir? ve onun işi ne idi? ve o ne zamanda gelmiştir? Onuncu soruyu sorun ona ki, * Ashab-ı Kehf kimlerdir? Onlar kaç kişidir? Ve ne zamanda gelmişlerdir? Ne dinde idiler? Onbirinci soruyu da sorun ki, * Ashab-ı Uhdud (yerden çıkan Ashab) kimlerdir? Bunların dini ne dindir? ve ne zaman gelmişlerdir? Onikinci soruyu ona sorun ki, * Ruh nedir? Ruhun yaratılması nasıldır? On üçüncü soru şudur ki, * Hak Teala'nın yeryüzüne gelen Peygamberi kaçtır? Onların gönderilmişleri ne kadardır? ve kaç peygamberle Allahü Teala ölüyü diri kılmıştır? O dirilenler de kimdir? Ondördüncü soruyu da sorun ki, * Demir kimin elinde hamur gibi yumuşak bir hale gelirdi? ne dilerse ondan yapardı? Onbeşinci soruyu ona sorun ki, * Rûy-i Revan Çeşmesi hangi kişinindir? Yani erimiş tunç ki su gibi akardı. O kişi o akar tunçtan bir şehristan yaptı ki o şehristan nerededir ve kimin elindedir? Onda olan acaiplik ne gibi şeydir? Onaltıncı soru da şudur: * Bu Cihanda Hak Teala ile ortaklık davası eden kimdir? ve o kişi yüce Allah'ın Uçmağına (Cenn
etine) benzer ırmak yapmıştır. O nasıldır? ve nerededir?
Onyedinci soru:
* O Muhammed’e sorun ki, bir yüzük taşına yazılan on söz nedir? Hak Teala o yüzüğü Davud peygambere göndermişti. Oğullarından bu on söze hangisi cevap verebilirse, o, mürsel, gönderilmiş peygamberdir! diye haber verdi! Ve “Yeryüzün’de ne kadar kişi varsa onun buyruğuna baş eğecektir!” dedi bu sorulara on çocuğundan Süleyman (Peygamber) cevap vermişti. Ondan ötürü de dünyaya padişah olmuştu. O on söz ne sözlerdi? Onsekizinciyi de sorun ona ki,
* Davud oğlu Süleyman (a.s.)’ın kabri nerededir? Ve Ademoğullarından onun çağına yetişen kimdir? Ondokuzuncu soru da şudur:
* Yeryüzünde ilk yapılan ev nedir? Nerededir? Yirminci soru:
* Dünyada ilk kan akıtan kimdir? Ve ilk günah işleyen kimdir? Yirmi birinci soru:
* Ona sorun ki yeryüzünde, ateşe ilk tapmanın temelini kim attı? Yirmi ikinci soru:
* Puta tapmak kimden kaldı? yeryüzünde puta ilk tapan kimdi? Yirmi üçüncü soru:
* Şarabı yeryüzünde ilk kim meydana getirdi? Şarap içmek, çalgı çalmak, kumar gibi buna benzer şeyler kimden kaldı? Yirmi dördüncü soru:
* Yeryüzün’de ilk önce kimin sakalına ak düştü? Yirmi beşinci soru:
* Bütün dünya gün doğusundan günün dolandığı yere varıncaya kadar kimin hükmünde, egemenliğinde oldu? Ve o kişinin adı nedir? Yirmi altıncı soru:
* Harut ve Marut kimlerdir? Ne günah işlemişlerdir ki, Hak Teala onlara dünyada azap kıldı. Şimdi onlar nerde bulunuyorlar? Ademoğulları onlardan ne gibi şey öğreniyorlar? Yirmi yedinci soru:
* Ona sorun bakalım ki, Adem (a.s.)’dan önce dünya kimin hükmü, eğemenliği altındaydı? Yirmi sekizinci soru:
* Sorun ona ki Allahü Teala Adem (a.s.)’ı ne için yarattı ve nasıl, ne yolda yarattı?Kaynak: a.g.e. ; s. 20

İslam
Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Resûlullah’ın (a.s.m.) haklarında, “Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hidayete erişirsiniz.”buyurdukları sahabilerin her biri bizler için ibret ve örneklerle dolu bir hayatın sahibidir. Her sahabiden alacağımız dersler vardır. Mus’ab bin Umeyr de (r.a.) bu mümtaz insanlardan biridir.
Bu yıldız sahabi, İslam’ı kabul etmeden önce Mekke’nin en sevilen, genç ve itibarlı simalarından biriydi. Ailesinin göz bebeği olan Mus’ab, çok zengin, müreffeh ve gösterişli bir hayat yaşıyordu. Anne ve babası, bir dediğini iki etmiyordu. Böyle göz kamaştırıcı bir hayatın içindeyken, bir gün, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) tebliğ ettiği dinden haberdar oldu. İçine bir merak düştü ve Hz. Peygamber’i ziyaret etti. Bir müddet sohbetten sonra, hidayet nuru kalbini aydınlatmaya başladı. Biraz sohbetten sonra oradan ayrıldı. Hz. Mus’ab, müşrik olarak geldiği Resûlullah’ın huzurundan artık bir Müslüman olarak çıkmıştı. Ama muhitinden çekindiği için bir müddet bunu gizledi. Namazlarını gizli gizli kıldı.
Fakat bir gün müşriklerden biri, onun namaz kıldığını gördü, ailesine haber verdi. Bu, Mus’ab’ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Önceden onu çok sevip itibar eden Mekkeliler tarafından, sırf İslam’ı kabul ettiği için türlü baskı ve sıkıntılara maruz bırakıldı. Hapsedildi. Sonra bir grup Müslüman’la birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kaldı. Döndüğünde onu bekleyen farklı bir şey yoktu. Ailesi ve akrabası yine düşmandı.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir gün Ashâbıyla sohbet ederken Mus’ab (r.a.) yanlarına geldi. Selam verdi. Sahabiler, ona gereken şekilde yardımcı olamadıkları için mahcuptular. Peygamberimiz, Mus’ab’ın selamını aldıktan sonra şöyle buyurdu:
“Dünyayı bütün ahalisiyle değiştirebilen Allah’a hamd olsun! Şu genç adamı görüyor musunuz? Önceden anne ve babasının en sevgili varlığı idi. Allah ve Resûl’ünün sevgisi, anne ve babasının sevgisine galebe çaldı. O da Allah’ı ve Resûlünü anne ve babasına tercih etti.”
Kâinatın Efendisi’nin (a.s.m.) bu iltifatına mazhar olan Mus’ab bin Umeyr, hakikaten her şeyini Allah ve Resûl’ü uğrunda feda etmişti—evini, şaşaalı hayatını, vazgeçmesi zor olan o zevk ve lezzetleri, annesini, babasını…
Bu fedakâr zat, bütün bunlara mukabil tükenmeyen bir zenginliğe kavuştu ve Resûlullah (a.s.m.) tarafından, İslam’ın Medine’deki ilk tebliğcilerinden biri olarak vazifelendirildi.
Birinci Akabe Biatı’nı takiben Medine’de İslam süratle yayılmaya başlayınca, buradaki yeni Müslümanlar, Hz. Peygamber’den (a.s.m.), İslam’ı kendilerine öğretecek muallimler göndermesini istediler. İlk muallim Mus’ab bin Umeyr oldu. Medine’ye gidip Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine yerleşen bu fedakârlık timsali sahabi, birer ikişer gelen Medinelilere İslam’ın esaslarını öğretti. Böylece Es’ad’ın evi bir İslam dershanesi hâline geldi. Burası öyle feyizli bir yerdi ki, gelen, Müslüman oluyordu.
Derken sayıları hızla artan Müslümanlar, Medine’de Cuma namazı kılmak istediler. Durumu Resûlullah’a (a.s.m.) bildirerek iznini aldılar. Ensar, Sa’d bin Hayseme’nin evinde toplandı ve Medineli Müslümanlar hep birlikte Mus’ab’ın imamlığında ilk Cuma namazlarını kıldılar.
Bilahare Hz. Mus’ab, Mekke’ye gelerek Resûlullah’ı ziyaret etti ve Medine’deki İslami inkişafı anlattı. Bu ziyaretten haberdar olan Mus’ab’ın annesi çok kızdı, oğluna bir haber gönderdi ve şöyle dedi:
“Hayırsız evlat, Mekke’ye gelip de benden önce bir başkasını nasıl ziyaret edebiliyorsun?!”
Mus’ab’ın cevabı ise şu idi:
“Ben Resûlullah’tan (a.s.m.) önce hiç kimseyi ziyaret edemem!”
Daha sonra Peygamberimizin iznini alarak annesinin yanına giden Mus’ab, onun, “Hâlâ batıl inancını muhafaza ediyor musun?” şeklindeki sualiyle karşılaştı. Şöyle bir cevap verdi:
“Anneciğim, ben Muhammed’in (a.s.m.) dini üzereyim. O din de Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği hak dindir.”
Ve şunları ilave etti:
“Benim size olan düşkünlüğümü ve sevgimi bilirsin. Benim inandığım Allah’a ve Resûlüne sen de inan. Bunu bütün samimiyetimle istiyorum.”
Annesi, Müslüman olduğu takdirde halkın kendisiyle alay edeceğini söyleyerek teklifini reddetti.
Ama artık oğlunun inancına da karışmayacaktı.
Daha sonra bir müddet Mekke’de Resûlullah’ın (a.s.m.) yanında kalan Mus’ab, bilahare Medine’ye döndü. Mekke’de bulunduğu esnada bir gün, Hz. Peygamber, onun bir kemik parçasını sıyırdığını gördü. Ve yanındaki sahabilere, “Bu zatı görüyorsunuz ya, anne ve babası ona en güzel yiyecekleri verdikleri hâlde, onları bırakıp bizimle beraber açlığa tahammül ediyor.”
Böylece mübarek bir hayatın sahibi olan Mus’ab (r.a.), o hayata yakışır bir şekilde ahiret âlemine irtihâl etti. Uhud Harbi’nde, Resûlullah tarafından İslam sancağını taşımakla vazifelendirilmişti. Bir taraftan harp ederken, diğer taraftan da bir kısım Müslümanların gerileyişi üzerine nazil olan şu âyeti okuyordu:
“Muhammed bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelmişti. Şimdi o ölür veya öldürülürse, dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?”
Kahramanca mukavemetiyle müşriklerin karşısında dimdik duran Mus’ab, bir ara “İbni Kamie” adlı bir müşrikin hücumuna uğradı. Atıyla Mus’ab’ın yanına yaklaşan müşrik, onun sancağı tutan elini uçurdu. Sancağı hemen sol eline aktaran Mus’ab, o elini de kesilmekten kurtaramadı. Bu defa sancağı dişleriyle yakalayarak göğsünde tutmaya çalıştı. Hemen bir sahabi yetişerek sancağı devraldı. Bu, bir melekti. Mus’ab’ın kılığına bürünerek savaşa devam etti. Bir ara ona seslenen Resûlullah, melekten, “Ben Mus’ab değilim, yâ Resûlallah!”cevabını işitti. Mus’ab’ın şehit olduğu o zaman anlaşıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m.) gözyaşları içinde şu âyeti okudu:
“Müminlerden Resûlullah ile beraber olacaklarına dair Allah’a verdikleri söze sadık kalan nice kimseler vardır. Onlardan kimi verdiği sözü tamamen yerine getirerek şehitliğe kavuştu, kimi de böyle güzel bir akıbeti beklemektedir. Onlar sözlerini hiçbir surette değiştirmemişlerdir.”
Bu büyük sahabi şehit olduğunda, üzerinde kefen olarak kullanılabilecek bir bez parçasından başka bir şey yoktu. Başı örtüldüğü zaman ayakları, ayakları örtüldüğünde de başı açık kalıyordu. Allah için sevdiklerini feda eden Mus’ab, her şeyden ziyade sevdiği Allah’ına böyle kavuştu.
Allah ondan ebeden razı olsun.
İslam
Beş hakîkî bayram

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: “Bayram günü sabah vaktinde Allâhü Teâlâ, meleklerini yeryüzünün her tarafına gönderir. Her bir melek, bir sokağın başına geçerek: ‘Ey ümmet-i Muhammed! Kerem sahibi Rabb’inizin huzuruna çıkın. Çünkü o, bol bol veriyor ve büyük günahları bağışlıyor.’ der. Bunu, insan ve cinlerin dışındaki bütün mahlûkat duyar. İnsanlar bayram namazlarını kılmak üzere evlerinden çıktıklarında, Allâhü Teâlâ, meleklerine: ‘Ey meleklerim! Bir işçi, işini bitirince alacağı karşılık nedir?’ buyurur. Melekler, ‘Ey Rabb’imiz! Alacağı, ücretinin tam olarak ödenmesidir.’ buyururlar.
Allâhü Teâlâ, onlara: ‘Ey meleklerim! Sizleri şâhit tutuyorum ki onların Ramazan ayında tuttukları oruçların, kıldıkları namazların sevabı olarak ben de onlara rızâmı ve mağfiretimi veriyorum.’ buyurur. Sonra Allâhü Teâlâ: ‘Ey kullarım! Benden isteyin. İzzetime ve celâlime yemin ederim ki bugün dininiz veya dünyanız için benden ne isterseniz onu vereceğim.’ buyurur.”
Müminin, Ramazân-ı şerîf ve Kurban bayramlarından başka; şu beş vakitte beş hakîkî bayramı daha vardır:
- Sol yanındaki melek, yazacak kötü bir amel bulamadığında.
- Sekerâtü’l-mevtte (ölümün şiddetli hâlleriyle kendinden geçmişken) müjdeci melekler gelip “Merhaba ey mümin, sen cennetliksin.” diye müjdelediklerinde.
- Kabre konulduğu vakit, kabrini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak bulduğunda.
- Rahmân olan Allâh’ın Arş’ı altında enbiyâ, evliyâ, âlimler, şehitler ve sâlihler ile beraber gölgelendiğinde.
- Kıldan ince, kılıçtan keskin ve geceden daha karanlık, bin yıl iniş, bin yıl yokuş ve bin yıl düz olan Sırat Köprüsü’nden geçtiğinde.
Evliyâdan bir zât demiştir ki: “Âriflerin vakitlerinin tamamı, Mevlâ’ya olan münâcât ve zikirlerinden dolayı hep ferah ve sevinç ile geçer. Onların bayramları dâimîdir, hiç kesilmez.”
Hasan-ı Basrî (rah.) Hazretleri, “Mevlâ’ya isyan etmediğimiz her bir günümüz, bayram günüdür.” derdi.
İslam
Arazi-toprak mahsullerinin zekâtı, öşür

Öşür arazisinden çıkan mahsûlün zekâtına, -onda bir (1/10) demek olan- öşür denilmiştir. Öşür; âyet, hadîs ve icmâ ile sabit bir farzdır. Âyet-i kerîmede (meâlen): “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkarmış olduğumuz şeylerin temiz (ve helâl) olanlarından (Allah yolunda) infâk ediniz (harcayınız)! Ve kendinizin, ancak göz yumarak alabileceğiniz kötü ve haram olan şeyi vermeye yeltenmeyiniz. Ve bilin ki Allah Ganî’dir (sadakalarınız sizin menfaatiniz içindir) ve Hamîd’dir (herkes, Allâh’a hamd ve şükür borçludur).” buyurulmuştur.
Bir arazi, yağmur, çay veya ırmak sularıyla sulanırsa mahsûlâtı onda bir nisbetinde; dalyanlar, dolaplar, hayvanlar veya satın alınacak sular ile bütün sene veya senenin yarısından fazla sulanırsa yirmide bir nisbetinde öşür verilir. Tohumlar veya işçi ücretleri vesair masraflar bundan düşülmez.
Öşürde, arazi sahibinin akıllı, bâliğ (ergin), zengin olması şart değildir. Öşürde itibar, arazi sahibine değil, araziyedir. Yani, mal sahibi; çocuk, deli veya fakir de olsa öşür ile mükelleftir. Arazide yılda kaç mahsul elde edilirse, hepsinden ayrı ayrı öşür vermek lâzımdır. Diğer malların zekâtında, malın-paranın üzerinden bir yıl geçmesi şart olduğu hâlde, mahsûllerde bir yıl geçmesi icap etmez. Bal, ceviz, susam, fındık, fıstık, çam fıstığı, payam (badem), zeytin, pamuk, palamut, pelit, keten tohumu, şeker kamışı, şeker pancarı, çay yaprağı, çayır otu, dut yaprağı, fesleğen yaprağı, buğday, mısır, pirinç, nohut, mercimek, bakla, fasulye, soğan, sarımsak, kavun, karpuz, salatalık, üzüm, incir, elma, armut, şeftali, erik gibi her türlü mahsulden ve yulaf, fiğ, burçak gibi her türlü hayvan gıdasından öşür verilir.
Öşrü verilen üzüm bağının içinde meyve ağaçları olsa veya bağ arasında soğan, sarımsak ekilse, o ağaçların meyvelerinden ve ekilenlerden de öşür vermek lâzımdır. Öşür arazisi içinde, ekilmediği hâlde kendiliğinden çıkan mahsulden de öşür verilir.
Hulasa, İmâm-ı Âzam Hazretleri: “Araziden elde edilen mahsulün azında da çoğunda da öşür farzdır.” buyurmuşlardır.
Ali KEMER
27 Mart 2022 - 09:04
Bu sorulara verilen Cevapları da yazabilir misiniz?